10/30/2007

Deyiş Dergisi 12.Sayı


DEYİŞ DERGİSİ 12. SAYI TANITIM
Edebiyat dergiciliği, günümüz şartlarında zor ve sorunlu bir uğraş alanıdır. Her ne kadar zor bir uğraş olursa olsun, bazen sürünerek bazen yürüyerek bazen koşarak bazen de kısa aralar verip soluklanarak kendi işlevini yerine getirecektir. Bir yıl aradan sonra Deyiş Dergisi 12. sayısı ile yeniden çıkmaya başladı. Deyiş verilen bu kısa aradan sonra yayın hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Mayıs-Haziran 2002 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin tarafından çıkarılan dergi, bundan sonra Türkiye’de ulusal bir yayın haline geldi. Bütün maddi imkânsızlılara rağmen bir grup öğrenci tarafından başlatılan dergi çalışması bundan sonra yeni bir güç ve yeni bir heyecanla devam edecek.
Deyiş’in bu sayısındaki dosya konusu: ‘Edebiyat Dergiciliği’ oldu. Editör yazısında derginin ne olduğu, edebiyat dergiciliğinin misyonuna değinilmiştir. ‘Deyiş Dergisi, on ikinci sayısında üniversitelerdeki edebiyat anlayışını ve edebiyat dergiciliğini konu edinerek, bu alandaki işlevselliğini sürdürmektedir. Bu alanda kendi edebi kaygılarını işleyerek ulusal kaygı olarak sunmakta ve ulusal bilincin taşlarını yerleştirmede üzerine düşeni yapmaktadır.’
Dergi bu dosya konusuyla yaptığı çalışmada Türkiye’deki edebiyat dergiciliği üzerine eğilmektedir. Okuma alışkanlığının böylesine zayıf olduğu Türkiye gibi bir ülkede edebiyat dergiciliğinin rolü ne olmalıdır? Edebiyat dergileri niçin okunmamaktadır? Edebiyat dergileri niçin süreklilik kazanamamaktadır? Türkiye’de uzun soluklu ve kapsayıcı bir edebiyat dergisi niçin var olamıyor? Basılan bunca edebiyat dergisi niçin az sayıdaki okuyucusuyla dahi buluşamıyor? Deyiş Dergisi bu sayıda edebiyat dergiciliğinin başlıca sorunlarını tartışma konusu yaparak gündeme almaya çalışıyor.
Deyiş Dergisi, edebiyat dergiciliği alanında tüm bir bağnazlıklara kapalı olduğunu göstermiş; Türkiye’de çıkmış ve hala çıkmakta olan edebiyat dergilerinin tanıtımı yapmış, bu dergilerden edebiyat dergiciliği hakkındaki düşüncelerini alıp yayınlamıştır. Böylece edebiyat dergiciliği alanında geniş bir yelpaze oluşturmaya çalışmıştır. Amacı sanat olan edebiyat toplulukları bu şekilde fikirlerini bir dergide birleştirebilmişlerdir. Deyiş hiçbir zaman ideolojilerin adresi olmamıştır, olmayacaktır da.
Dosya konusundan başka dergide birçok özgün edebi ürünler bulunmaktadır. Şiirleriyle Selçuk Erat, Fahrettin İnce, Ceyda Kerter, A.Uğur Olgar, Sema Yontar, Murat Aydın Doma, Ümit Zeynep Kayabaş, Nermin Altındağ, Filiz Bezirgan ve Ali Arıkmert yer almaktadır. Yalnızlık Sözleri başlıklı yazı dizisiyle Osman Tatlı, Geriye doğru Yazılan Yazılar adlı öyküleriyle Ali Arıkmert; öyküleriyle Candan Selman, Enver Gedik, Murat Mehmet Uğurlu, Nilgün Çelik yer alıyor. Denemeleriyle Bilal Özbay, Osman Oruç R., A. Fettah İmamoğlu, Ela Cengiz ve Zeynep Esila dergi sayfalarında bulunmaktadır.
Kültür-Sanat sayfalarına baktığımız da Ahmet Özkan tarafından hazırlanan Eğitim Kitaplığı’nda eğitim ve öğretim üzerine yazılan kitapların kritiği yapılmaktadır. Yine Havva kılıç tarafından kaleme alınan kişisel gelişimi değerlendiren bir yazı bulunmaktadır. Deyiş’in sinema köşesinde bu sayıda ‘Babam ve Oğlum’ adlı film değerlendirilmektedir. Dergide son olarak Hayati Develi’nin ‘Dil Doktoru’ adlı kitabı M. Onur Hasdedeoğlu tarafından irdelenmektedir.
Deyiş Dergisi bundan sonra da emin adımlarla yoluna devam edecektir. Deyiş’in 13. sayısında dosya konusu: ‘Popüler Kültür ve Edebiyat’tır. Popüler kültürün edebiyata olan eğilimi azaltmakta mıdır? Okuyucu popüler kültürden kendini nasıl kurtarmalıdır. Yayıncılar edebiyat değil de neden ağırlıklı olarak popüler kültüre ağırlık vermeye başladırlar? Neden edebiyatın değil de popüler kitapların reklamı yapılmaktadır ve daha nice konu irdelenecektir.

İletişlim Bilgileri: Web: http://www.deyisdergisi.com/
e-posta: deyisdergisi@gmail.com
msn: deyisdergisi@hotmail.com
Tel: 0(212) 527 70 89
Adres: Kemalpaşa Mh. Atatürk Bul. Maşallah İş Hanı no: 128 Kat: 2 D: 5
Aksaray – Eminönü / İstanbul

10/19/2007

Güven İslamoğlu İle Söyleşimiz




Güven İslamoğlu ile geçen Nisan ayında yaptığımız röportajı nihayet bazı sorunlardan dolayı şimdi yayınlıyoruz. Kendisinden özür diliyorum. Ancak çok hoş sohbetli bir söyleşi yaptık. Hepinizi bu güzel ve zevkli geçen sohbete davet ediyorum.


Güven İslamoğlu‘nun programını ilk izlediğimde “ anam,bacım,teyzem diye dolaşmayan birine rastladım sonunda ” diye şükretmiştim… Birilerine yaranmaya çalışmadan hatta kızdırmayı göze alarak ciddi ciddi bir şeylerin altını çizmeye çalışan ve bunları yaparken de “ ben,ben,ben var ya süperim, harikayım” diye de kendini ortalara atmayan bir adamdan bahsediyorum….

Karşılaştığımız zamanda bu düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu gördüğüm hatta biz dillendirmesek bunların hiç birini söylemeyecek bir adamdan.
İşini yaparken ahlaklı olmak gibi bir derdi olan insanların hala var olduğunu gösterip yüreğimize su serpen bir adamdan…



Serbaz: TRT kökenlisiniz… Oradan getirdiğiniz alışkanlıklarınız programı nasıl etkiliyor?

Güven İslamoğlu:İnsanlar metine dayalı programlardan çok hoşlanmıyor. Biraz yaşamak istiyor… Yaşamak istediği şeyleri de ona yaşatacak biri lazım. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Ağrı dağının zirvesine çıkarken anons yapacaksam o anonsu dinlenmeden yapıyorum. Ben o anonsu yarım saat dinlendikten sonrada yapabilirim ama 5173 metrede oksijensiz kaldığınızı, nefes alırken nasıl zorlandığınızı insanlara anlatmanız gerekir. Yoksa orda olmanızın fazla bir anlamı yok. Ben kendim için değil izleyici için ordayım bunun onu da yaşaması lazım.

Serbaz:Programınızda süreci de sizinle beraber yaşıyoruz bence en önemli farkı bu…

Güven İslamoğlu:Bazen çok ters bir şey oluyor ve kameraman çekemiyor ve “abi yeniden çekeriz diyor” çok sinirleniyorum .Çünkü yeniden aynı şeyi yaşayamam ki…

Mesela tam buzuldan geçerken kayıp düştüm. Kameraman arkadaşım bana yardım etmek istedi ve o esnada çekim yapamamış “yeniden düşersin “ dedi. Tamam ama aynı şekilde düşülmez ki.

Serbaz:Genelde Anadolu’daki insanların hayatını haber konusu yapıyorsunuz. Şehirli insanların haberini yapmayı tercih etmiyor musunuz ?

Güven İslamoğlu:Son yaptığım on haberin sadece üç tanesi Anadolu’dan geri kalan hep şehir hikayesi.

Aslında şehir hikayesi ama herkes Anadolu sanıyor.Çünkü herkesin mutlaka Anadolu ile bir bağlantısı var. Tuncelili bir tekstilci kadının hikayesini yaptım. İstanbul’da yaşıyor. Ama hikaye Tunceli’den başlıyor. Hikayesinde göç var, terör var, işsizlik var, başarı var,umut ve umutsuzluk var.

İstanbul’da bir deri tüccarının hikayesini ekrana getirdik.Onun hikayesi de Elazığ’da başlıyor. Kan davası, kan davsından kaçış, açlık günleri, çocuk esirgeme kurumunda geçen 2 yıl, annesinden kaçış, İstanbul’a gidiş, bir yahudinin yanına işe girmesiyle değişen bir hayat.

Yakında doksan beş yaşında yetmiş üç yıldır evli bir çiftin hikayesini yapacağız. İstanbul’da yaşıyorlar ama asıl hikaye Kemah’ta... Babasının bir gün eve Ermeni bir çocuk getirmesi ile başlayan hikaye İstanbul’a kadar uzanıyor. Bu hikayede tarihi bir derinlik var.Programı yapmak için tarihte bir yolculuk yaptık. Ermeni-Kürt isyanlarını inceledik. Ailenin anlattıkları ile tarihi gerçekleri karşılaştırdık. Bu hikayeyi İstanbul’da çektik ama hikaye Kemah’ta geçiyor. Zaten İstanbul’u Anadolu’dan soyutlamak çok zor. İstanbul Anadolu zaten…

Ünlü bir tavuk firmasının sahibinin hikâyesini yaptık. Aslında Kuş Gribi nedeniyle tavukçuluk sektörüne destek olmak istemiştik. Bu kişi Liseyi İstanbul’da okumuş, eğitimini yurtdışında tamamlayıp, babasının kurduğu işin başına geçen biriydi. Hikaye o kadar. Ne göç var ne terör ne işsizlik ne de umutsuzluk… .Sorunsuz geçen bir hayat. Bu hikayeyi yaparken biraz zorlandık.

Serbaz:İstanbul’da da bir çok hikaye var… Öyle insanlar var ki; kendi hikayesi şehrin hikayesine karışmış ama ne kendi ne de başkaları bunun farkında.



Güven İslamoğlu:Herkesin bir hikayesi var. Ama insanlar farkında değil. Biz farkındalığı arttırmaya çalışıyoruz. İnsanların elinde tarihi aydınlatacak belgeler var, bir köşede duruyor. En azından bizim programı izledikten sonra “ya bende de bir şeyler olacak” diye araştırmaya başlaması bizim için yeterli.

Bizim zorluğumuz zaten bu hikayelere ulaşamamak. Bu konuda çok zorlanıyoruz. Bunu nasıl aşacağız bilemiyorum o da izlenmeyle ya da insanların cesaretiyle alakalı bir şey…

Bir ara insanlar sms ile hikâyelerini gönderiyordu. Ancak umutsuzluk hikâyeleri çoğalmaya başlayınca kestik. Biz umut vadeden hikâyeler arıyoruz.

Serbaz:Peki hikayelere nasıl ulaşıyorsunuz?


Güven İslamoğlu: Sağdan-soldan, sohbet ederken çıkıyor. Genellikle çevremdeki arkadaşlarımdan geliyor; biri telefon açıyor “ benim bir ahbabım var, şöyle bir hikayesi var bakar mısın” diyor ya da gazetelerden köşede-bucakta buluyorum. Son zamanlarda insanlar internet yolu ile hikâyelerini göndermeye başladı. Bazen onların arasından seçiyorum. İnsanları fazla sıkmamaya çalışıyorum. Bir hafta insan hikâyesi yapmışsam bir sonraki hafta mutlaka doğayla ilgili bir şey yapıyorum. Konuları çeşitlendirmeye çalışıyorum. Örneğin bu haftalarda seçim konusuna ağırlık verdim.

Serbaz:Hikayenin güzel olması yeterli mi? Haber konusu olması için başka kriterler gerekiyor mu?

Güven İslamoğlu: Hikayenin görselliği çok önemli, zihnimde canlanmalı. Eğer zihnimde canlandıramıyorsam o hikâyeyi yapmıyorum. Bir fotoğraftan hikâye çıkarabilirim. Bazen binlerce fotoğraf oluyor ama hikâyeyi kafamda canlandıramıyorum o zaman yapmaktan vazgeçiyorum.

Özellikle başarı hikâyelerine öncelik veriyorum. Bu bir inşaat işçisinin başarısı da olabilir, bir iş adamının başarısı da. Başarının derecesi değil niteliği önemli. Topluma vereceği mesaj önemli… İhtiyacı olmadığı için evinde ahşap eşyası olmayan marangoz gibi. Bugün insanlar modaya göre eşya değiştirirken bu marangozun evinde sandalye bile yok. Yerde oturuyor. Çünkü hiç ihtiyacı olmamış. İyi bir aile babası, dürüst, hayatı özümsemiş bir insan.

Ya da belden aşağısı felç olmuş bir diş doktorunun hayata tutunma çabası. Onu izlerken yazık demiyorsunuz, karşınızda onurlu fiziksel olarak değil ama manevi olarak dimdik duran bir insan görüyorsunuz. Bu çok önemli. Binlerce özürlü insan var. Onların da umuda ihtiyacı var. Onlar için en iyi örnekleri ekrana getirmeye çalışıyoruz.

Serbaz:Tekrarlarını yakalamak da çok zor ama tekrarların bile çok izlendiğini duyuyoruz…



Güven İslamoğlu: Bu ara çok tekrar oluyor aslında, ama bazen Çarşamba-Perşembeye de konuluyor seyirci de şaşırıyor; bunun yayın saati hangisi diye, maç oluyor ve yayın saati değişebiliyor bazen.

Cumartesi akşamı yarışmaların karşısında bile bizim izlenme oranımız iyi diyorum. Mesela “Konya ovası” çok izlenmiş onu çözemedim ben. İnternette en fazla tıklanan haber o olmuş. İnsanlarımız çevreye daha mı duyarlı, Konyalılar daha mı dikkatli onu bilemiyorum. Konya dan bir haber daha yapmak lazım.

Serbaz:Çevreye duyarlısınız ve bunları haber konusu yapıyorsunuz, hatta programlarınızın bir çoğu belgesel diye nitelendiriliyor.

Güven İslamoğlu:Isparta Üniversitesi’nden “Ekoloji çevre ödülü “ aldık. Çağdaş gazeteciler derneği de “En iyi belgesel “ ödülünü layık gördü... Geçen sene Televizyon gazetecileri derneği “en iyi şov programı” ödülünü verdi. Biz insan hikayelerini belgesel tadında ekrana getirmeye çalışıyoruz. Sanırım bunu başardık.

Mesela 95 yaşında bir teyzenin hikâyesini yapacağız. Teyzenin kardeşi ermeniymiş. Babası bir gün eve bu çocukla gelmiş. Çocuğu Kemah’ta meydanda tek başına dolaşırken bulmuş. Teyze kardeşinin ermeni olduğunu düşünüyordu. Ancak tarihsel araştırma yaptığımızda bunun gerçeğe uzak olduğunu gördük. Çünkü çocuğun eve gelişi ile 1914–1916 yılları arasında yaşanan Ermeni olayları birbirini tutmuyordu. O dönemde kimsesiz kalan ermeni çocuklar Türk ailelere verilmiş. Ama tarihler tutmadı. Sonucunda biz bu programı yaparken tarihsel gerçekleri de ön plana çıkararak belgesel tadında bir şey yaptık.


Serbaz:Aslında belgesel yapıyoruz diye bir iddianız da yok ama ödüller veriliyor…



Güven İslamoğlu: Bir çok ödül aldık. Hepsi birbirinden değerli. Sanırım insanlar medyadaki bu kirlenmeden sonra düzgün bir şeyler seyretmenin tadını yaşıyor. Reyting kaygımız yok bu nedenle rahatız. Çok fazla izlenmek gibi bir kaygımız yok ama nitelikli olma gibi bir kaygımız var. Kaliteyi düşürmemek için elimizden geleni yapıyoruz. İzlendikçe sorumluluğumuz da artmaya başladı. Bir misyonu üstlendik gidiyoruz. Nerde son bulur bilemiyorum… Ödüller doğru yolda olduğumuzu gösteriyor bu nedenle önemli.

Serbaz:Daha büyük projeler var mı peki belgesel anlamında?

Güven İslamoğlu: Aslında projeler var… Büyük prodüksiyonlar yapmak istiyorum ama zamanı değil.

Kürşat:Turizm deyince aklımıza sadece tatil satmak geliyor, siz daha iyi bilirsiniz ülkemizde gezilip görülmeye değer muhteşem yerler var. Bunları tanıtamadığımız gibi kıymetini bilmiyor ve dahası korumayı da başaramıyoruz galiba. Bu tarafından baktığınızda mesela Karadeniz otobanını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Güven İslamoğlu: Buna şöyle bakılabilir mesela, son Antalya işini yaptığımızda bir antik şehir dinamitlenmişti… Oradaki adamlara sorduğunuz zaman “ hangi birini koruyacağız ki” cevabını alıyorsunuz. Lahitleri koruyamıyoruz, Antik kentleri koruyamıyoruz… Karadeniz‘e dağların tepesine çıkıyoruz bir bakıyoruz öbek öbek İsrailli gruplar gelmişler kamp yapıyor adamlar keşfetmişler orayı. Ama bir bakıyorsun bir tane vali çıkıp diyor ki “ bu adamları buradan temizlemek lazım”. Bu tamamen o kültürle alakalı bir şey; oradaki insanın özümsemesi lazım. Oradaki insanları eğitmeniz lazım. Pansiyonlara gittiğiniz zaman hala temiz bir çarşaf bulamıyorsunuz, oradaki insanları teşvik etseniz de kısa vadeli bakıyorlar. Bu işler uzun vadeli olmalı, uzun vade de devlet politikası gerektirir. Ama başka işler var herhalde oralara bakamıyorlar “ her yer cennet hangi birine el atıcaz “ diyorlar.

Yıllarca bu otoyol yapılmasın diye çaba sarf ettik ama maalesef o otoyol açıldı.

Ben oralara gittim çok haber yaptım, benim haber yaptığım avukatlardan bir tanesi öldürüldü. Geçenlerde Sayın Güngör Uras’ın bir yazısını okudum Karadeniz Otoyolu’nun öneminden ve ne derce başarılı bir iş yapıldığından bahsetmiş. Ama siz o kumsalları görmediniz ki, görseniz o kumsalların ne hale geldiğini anlardınız; uçsuz bucaksız beş yüz otuz iki kilometre yol yapmışlar o yolun en az iki yüz-üç yüz kilometresi kumsaldı, belki çakıldı ama muhteşem bir manzaraydı siz bunu mahvettiniz ve yakında Karadeniz onu tekrar içeri alacak. Ben oranın çocuğuyum üç-dört metre dalgaları gördüm… Gene içeri alacak! zaten almaya da başladı. Siz dağdaki yeşili aldınız kırdınız, döktünüz, dinamitlediniz getirdiniz doldurdunuz.




Serbaz: Bu Devletin yok etmesi…

Güven İslamoğlu: Hayır bu halkın yok etmesi bu Karadeniz’in yok etmesi. Mesela gidin Karadenizliye yüz tanesine sorun sekseni otoyol ister çünkü adam bıkmış artık o yollarda gidip gelmekten, onun için deniz‘in sahil’in önemi yok. E haklı da; o otoyol istiyor, halkın önceliği orda “otoyol”. Fırtına deresinde Hidroelektrik santral yapacaklar kıyamet koptu “ Fırtına deresinin suyunu alamazsınız” diye, oradaki adamın elektriğe ihtiyacı var. Ne yaparsan yap o adamı engelleyemezsin. O adama elektriği verirsen, kazaları engellersen, oradaki insanlara iş imkanı sağlarsan, adam rahat ederse o zaman otoyolu da korur, dağı da korur her yeri korur. Vermezsen gidecek kazacak bir yerleri altın arayacak.


Kürşat: Biz o kültürel değerlere sahip çıkamıyoruz kendi mirasımız olarak görmüyoruz galiba…

Güven İslamoğlu: Bir kere tarih kitaplarının değişmesi lazım; bu ülkede Romalılar, Likyalılar, Helenler, Truvalılar yaşamış… Gelen buradaki ile beraber yaşamış… Ortak bir kültür oluşturmuş… Daha sonra gelenlerde bu kültüre artı eksi katkılar yapmış. Hala Kafkasya’dan geldik imajı sürüyor. Bu topraklar bizim… Nerden geldiğimiz önemli değil. Önemli olan Anadolu’nun bizim olduğu. Devamlı bir yerden geldiğimizi ima edersek bu toprakların gerçek sahibi olmadığımızı da ima etmiş oluruz… Bu topraklar her şeyi ile bizim… Bu nedenle Roma’ya da, Likya’ya da, Truva’ya da sahip çıkmalıyız.

Kürşat: Konya ovasındaki programınızda, oranın yerli halkı üzerinde eski yazılar bulunan ve tarihi eser olan bir taşı evinin inşasında kullanmış ya da koymuş üzerine oturuyor.

Güven İslamoğlu: Arapça yazsa koymaz ama korkar yıkamaz… O yüzden Tarih kitapları değişmeli, Likyalıya sahip çıkmalı, Truvalıya sahip çıkmalı… Ben Truva filmini seyrettiğim zaman üzüldüm, Truva’yı bizden bir şey olarak düşündüm Anadolu kültürü olarak düşündüm, e tarih kitaplarında sadece Türkleri 1020’ler, 1040’lara kadar dayandırırsanız Anadolu’nun geçmişini ve tarihini, insanlar ondan sonrasına bakar geri kalanına bakmıyor ki… Biz programda da anlatmaya çalıştık; O Lahitler o insanların onuru. O yüzden o kadar kabartmalı o kadar güzel yapmışlar. Üzerinde Arapça yazsa yıkmazlar. Bu yüzden değişim Tarih kitaplarından başlamalı diyorum.


Kürşat: Bir mesaj kaygınız var o halde programlarınızda.

Güven İslamoğlu: Tabiî ki hepsinde mesaj kaygısı var… Geri gelmeyecek bazı şeyler var; Tarih ve doğa bunlardan iki tanesi. Mümkün olduğu kadar bunu anlatmaya çalışıyoruz, iki kişi bile anlasa benim için yeterli.

Böyle haberleri çok yapıyoruz; orası dinamitlendi, burası yıkıldı ama sonuç alamıyorsun ki… Bundan on beş sene önce yüzlerce sağlık haberi yaptım, sağlık skandalları yaptım. Ama on beş yıl önceyle bugünkü Türkiye arasında bir fark yok; hala gir hastanelere aynı görüntüleri çekebilirsin.

Serbaz: Çok güçlü bir hafızamız yok milletçe… Çok büyük bir deprem faciası yaşadık ama nerdeyse onu bile unuttuk. Hatta bunu hatırlatacak haberleri ve uyarıları dinlemekten de pek hoşnut değiliz. Bu sadece kaderci olmakla açıklanamaz herhalde…

Güven İslamoğlu: Aslında “ her yerde bir haber var” konseptine pek uymuyor ama biraz çarpıcı hale getirelim dedik ve bu şehirde ilk yıkılacak evde kim oturuyor ve o adam şu anda ne yapıyor diye araştırma yaptık ve gittik o adamı bulduk… O kadar çarpıcı ki; adamın parası-pulu var evini yıkamıyor çünkü turizm alanı yapmışlar ve diyorlar ki “ yıkarsan turistik yer yapacağız”.

Bir pilot var evini yıkmak istemiş, alt kattaki komşusu demiş ki “ ben bu seramikleri yeni yaptırdım, kırdırmam”…

Türkiye böyle bir Ülke… Gidiyorsun adama diyorsun ki;” kardeşim bek elimde belge var ( Zeytinburnu, Sümer mahallesi yaklaşık iki bin’e yakın ev yıkılması muhtemel) “ “ ben çıkmam bu evden” diyor… Neden? “ Ben bu evden çıkarsam yıkıp yerine turizm merkezi yapacaklar, çok değerlenecek”. Evi şimdi satsa yirmi milyar edecek ama yıkılırsa iki yüz milyar edecek, ölürümde çıkmam diyor. “Şimdi n’aparsınız da bu adamı ikna edersiniz?” Buna çözüm bulamazsınız ki… Ne yerel yöneticiler ne başka biri çözüm bulamaz. O yüzden bizde de umutsuzluk başladı bir şey değişmiyor çünkü…

Kürşat: Su sorununa da değindiniz dikkati çekmeye çalıştınız bu sene bayağı sıkıntı çekeceğiz galiba?


Güven İslamoğlu: Biz yapıyoruz bu haberleri, birileri çıkıp açıklama yapıyor “dolacak, dolacak” diye. O anlattıkları barajlarda biz yürüdük ama… Allah’a kalmış bir şey artık.

Yağarsa problem yok ama ya yağmazsa!

Doksanda yağmadı Terkos gölünden tanklar geçti. Hatta yağmadığı için yolu şaşıran bir tank çamura saplandı kaldı, göl kalmadı çünkü.

Doksanda da şöyle bir şey vardı; Istıranca dereleri yoktu, Yeşilçay yoktu. Doksanda biz bir kriz yaşadıktan sonra Istıranca, Karadeniz’deki bütün dereleri Terkos’a aktarıyorlar, Yeşilçay’ı da aktarıyorlar bütün dereleri çevirdiler. O zaman nüfus sekiz milyondu, şimdi olduk on beş milyon. Şimdi desek ki; yağmadı biz başka yerden suyu alalım, yok ki yer kalmadı. Diyorlar ki; Bolu-Melen çayını alacağız, e Bolu da bitti n’apıcaz? Dicle’den mi getiricez? Bunun sonu yok ki… İstanbul vantuz gibi Türkiye’nin suyunu çekiyor.

Serbaz: TEMA vakfına da destek verdiniz programlarınızda. Orda toprağı korumanın dışında başka bir şey de var; insanlar toprakları yeniden kazanıp işledikleri ve gelir sağlamaya başladıkları zaman şehre de gelme ihtiyacı duymayacaklar… Oradaki insanları oldukları yerde tutabilirsek şehirlerin en büyük sorunu da halledilmiş olacak otomatikman…



Güven İslamoğlu: Biz her programda onu söylüyoruz… Zaten yerinde çözüm bulunursa o insanlar göç etmezler… Su olursa göç olmaz… Adam doğru tarım politikalarıyla doğru ürün yetiştirirse, kazanır ve kalır orda.


TEMA bir de şöyle güzel bir örnek verdi; insanlar kısa vadede bir şey almak istiyorlar.
Gittiğimiz köylerde TEMA’nın yaptığı hiç bir şey kalmamış. TEMA iyi bir misyon üstlenmiş ama halk anlamamış. Adama sera yapmış, kurumuş sera! Adama üzüm bağı yapmış, yanlış kesmiş bitmiş bağ “bana yenisini yapsın TEMA” diyor… Su kanalı yapmış çatlamış, hayvan almış, bakmamış hayvana… TEMA diyor ki ; ben bu kadar yatırım yaptım, bir daha para bulamam. Benim başladığım şeyi sizin devam ettirmeniz lazımdı.

Demiş ki; meralarınızı temizleyeceğim… Dikenden temizlemiş merayı, gübrelemiş ve arkasından; yarısını bu sene yarısını seneye kullanın diye açıklama yapmış… Biz gittik bütün mera kullanılmış.

“E niye böyle yaptınız diye sorduğunuzda? “ bize kısa vadede para lazım” cevabını alıyorsunuz…

Köylü sabırsız ve çalışkan değil. Baharda eksin, Ağustosta kaldırsın alsın parasını…
Yapanda var yapmayan da… Mesela gidin Karadeniz’e adam dimdik 30–35 derecelik eğime çay ekmiş çalışıyor. Çayı kesiyor, mısır ekiyor, mücadele ediyor. Karadeniz’de hiçbir şey yok! Çayda para getirmiyor; beşte birini kesiyorlar çayın. Karadeniz insanı güneydoğudan daha fakir.

Anadolu diye baktığınızda artık sefalet gelmesin aklımıza, oradaki insanlara bir şeyler yapması öğretilecek, çalışması öğretilecek, iki kere ürün alması öğretilecek.

Giresun’un fındığı var dünyaca meşhur fındık biz gidiyoruz Urfa’ya da fındık dikiyoruz. Kalitesiz fındığı Giresun’un fındığıyla karıştırıp satıyoruz dünyaya sonra Avrupa almıyor fındığı…




Adapazarı’nda fındığın ne alakası var!

Serbaz: Bunlar hep politika galiba devletin teşvikleri var çünkü…

Güven İslamoğlu: Zaten teşvik işi bozuyor. Devlet teşvik vermeyecek! Devlet rüşvet verdikçe gidiyor Adapazarı’na fındık dikiyor…

Teşvik nasıl olur; diyeceksin ki buraya şunu, şuraya patates ekeceksin! ayıracaksın bırakacaksın, adam kendisi yapacak… Bugün Türkiye’de İstanbul’da oturup da Anadolu’daki tarlası için teşvik alan binlerce insan var…

Ben söyleyince kızıyorlar “ niye bu kadar yükleniyorsun köylüye?” diye ama gördüğümüz o! Hakikaten çalışan köylü var bir de devlete dayanan köylü var… Oy avcılığı yapılmış ve insanlar buna alıştırılmış…

Gidin Bafra’ya, adama diyorsunuz ki; tütünü yarım metreyle arayla dikeceksin, kaliteli tütün böyle olur… Bizimkiler on santim arayla dikiyorlar ve almıyor kimse. Bir zamanlar hatırlıyor musunuz tonlarca tütün yakılıyordu. Şimdi yakılıyor mu? Yakılmıyor… Avrupa birliği dedi ki; almıyoruz o yüzden yapamazsınız, kota getirdiler, sıkı denetim getirdiler şimdi gidin bakın herkes yarım metre arayla dikmiş… Yasaları iyi koyarsanız halk uyguluyor…

İstanbul’da helikopterden çekim yapın tel örgü olmayan askeri bölgelere bir adım bile atmamış…

Serbaz: Ama belediyenin, devletin olduğu yerlerde tonla binalar var…

Güven İslamoğlu: Yeterli kuralı koymazsan, müsamaha gösterirsen önünü alamazsın alır gider başını. Sonra patates eker… Size lazım iki kilo, o eker 10 kilo der ki; o sekiz kilonun parasını bana ver. Sonuçta bu hale geldik.

Nevşehir’e gittik, oradaki insanlarla konuştuk; Nevşehir bölgesinde köylünün 1,8 trilyon elektrik borcu var… Kaçak kuyu açılmış binlerce, hepsine elektrik çekilmiş hiç elektrik ödenmiyor ama… Patatesi ekmiş, doldurmuş gübreyi üstüne de suyu başmış, toprak da kanser oluşmuş şimdi patates de çıkmıyor. Nevşehir’de bazı bölgelerin yirmi yıl patates ekmesi yasak, sebebi bu; toprağı öldürdüler…

Elektrik borcun var! Toprağı öldürdün! Devletten teşvik aldın! Toprağın öldü diye kredilerin ertelendi! … Adama diyorsun ki; karnı bahar dik başka bir şey dik, o diyor çok su ister uğraşamam ben onunla… Patates çok kolay at tohumu yat aşağı üç ay sonra kaldır patatesi. Çok tatlı para getiriyor patates.

Serbaz: Siz Anadolu’yu gezerken başka şeyler görüyorsunuz ve dillendiriyorsunuz… Oralara gidip “ abla, teyze, bacı “ yapmıyorsunuz… Bir sorun olduğunun altını çiziyorsunuz.

Güven İslamoğlu: Gerçekten böyle bir Anadolu var ve Anadolu’yu düzeltmezsek hakikaten yatırım yapmazsak topyekûn çökeceğiz. O insanlara imkân sunulmalı, o imkânın peşinden koşulmalı, o insanlar çalışmalı, malları pazarlanmalı…

Serbaz: Yoksa sadece ekonomik olarak değil kültürel anlamda da çökecek Anadolu…

Güven İslamoğlu: Geçenlerde bir röportaj için geldiler bu diziler hakkında ne düşündüğümü sordular, Valla dedim bir gün bu dizi oyuncularından birini vurabilirler çünkü sonuçta biri hoşlanmayıp hıncını yönetmenden, oyuncudan çıkarabilir dememe kalmadı iki hafta sonra bir dizi setini bastılar…

Çünkü Anadolu öyle bakmıyor. Orda oturup bozkırda bir ağaç bile olmayan bir yerde televizyona bakıyor, her şeyi oradan alıyor ve orda bir zenginlik görüyor… Ağaları lüks arabalarla görüyor ekranda…

Anadolu’ya gidiyoruz bilmem ne köyüne gençlere bir bakıyoruz; siyah takım elbiseli, saçları jöleli. Yavaş-yavaş orda da bir kültürel yozlaşma var.
Geçenlerde köprüde bir röportaj yaptım; Nerden geldin dedim “Tokattan”. Ne kadar para alıyorsun dedim “ beş yüz kırk milyon” dedi. Adam köprü telinde çalışıyor, çok riskli bir iş… Tokatta ne iş yapıyorsun dedim “ babam çiftçi otuz-kırk dönüm arazimiz var” dedi. Otuz-kırk dönüm araziden buğday alsan burada kazandığının on katı para alırsın dedim. Ama orda hayat yok dedi… E burada var mı?!

Serbaz: Programlarınızda kendinizi ön plana çıkartmıyorsunuz bu tarafıyla benzer programlardan ayrılıyorsunuz…

Güven İslamoğlu: Eğer konu anlatılamazsa ben ön plana çıkıyorum; Antik şehir derdini anlatamaz onu ben anlatıyorum ama insan kendini anlatabiliyor o durumda devreye girmiyorum, kendi sorularımı bile bir anda keserim.

Serbaz: Malum televizyonların reyting kaygısı var. Peki bir televizyoncu program yaparken ahlaki kaygı gütmeli mi yoksa reyting uğruna bundan feragat edilmesi kabul edilebilir bir şey mi?

Güven İslamoğlu: Ben reytinge yönelik programda yapabilirim, düzgün programda yapabilirim… Bir zamanlar “Prizma” programını yaptık Nurseli İdiz’le , reyting alacağız diye çok havaya soktuk Nurseli hanımı… Gittiğimiz yerlerin birinde kapıya tekme attı. O tekme attığı program bizim en fazla reyting aldığımız programdı ama dava açtılar. Bir adamın evine gidilip kapısından içeri tekmeyle girilir mi? Ama reytingimiz yüzde on ikiydi…
Dawn sendromlu ikizlerin haberini yaptık çok çarpıcı bir örnek… Dawn sendromlu erkek ikiz çocuklar ve bir anne… Şimdi ben o hikâyeyi; yazık o anneye! Hem ikiz hem Dawn sendromlu çocuklar, kocası bırakıp gitmiş kadın evlere temizliğe gidiyor, diye versem. Çocukların peşinde koşarken annenin düştüğü, o ağlamaklı görüntülerinin arkasına bir de acıklı bir müzik koysam… Alın size reyting!

Ama biz o hikâyeyi öyle bir işledik ki, temizlik işçisi olan annenin “ Allah iyi ki bu çocukları bana vermiş çünkü başkası bakamazdı” diyerek nasıl onurlu bir şekilde o çocuklara baktığını anlattık…

O programdan sonra çocukları deli gibi gören mahalle halkı ilk defa kadının evine gidip çocukları sevmiş… Biz programda öyle bir anlattık ki hem dawn sendromunun ne olduğunu, hem anneyi hem de çocukları anladılar.

Reyting kaygımız yoktu…

Serbaz: Eski TRT’ci olmanız, sorumluluk sahibi olmanız ve bağlı bulunduğunuz kanalın kalitesiyle de alakalı galiba reyting kaygısı duymamanız…

Çünkü bir sürü televizyon kanalı var ve birçok insan gerçekten de iyi şeyler yapmak istediği halde bir nedenle bundan feragat etmek zorunda kalıyorlar…
Patronların gerçektende söylendiği kadar etkisi var mı programlar üzerinde?


Güven İslamoğlu: Patronlar ilgilenmez… Aydın Doğan’ın CNN TÜRK’ le ilgilendiğini çok sanmam… Erol Aksoy’un hikâyesi güzeldi Zaman gazetesinde; “Medyadan neden çıktınız?” diye soruluyor, “ Çıkmak zorunda kaldım, çünkü eşim dostum var oturup sohbet ediyoruz, geliyor diyor ki; ya senin gazeten benim hakkımda şöyle yazmış. Allahallah nasıl olur diyorum ve arkadaşlarımla ilişkilerim bozuluyor diyor…

Medya patronluğu zor hakikatten çünkü takip edemezsiniz, televizyon başında oturamazsınız sürekli, genel yayın yönetmenleri yürütür ve gazeteyse gazeteci görevini yapacak. Sizin hakkınızda yazacaksa, sohbet ediyoruz ama “n’apabilir medya patronu?”

Biz bir potada yaşıyoruz ve bu kaçınılmaz bir sonuç… Bir müddet öyle gidecek insanlar doyacak, doyduktan sonra seyretmemeye başlayacak ve ondan sonra artık yavaş yavaş düzene girecek diye düşünüyorum… Yasaklamayla falan olmaz.



Serbaz ARAM
Kürşat URAL

Yaş Otuz Beş Ömrün Yarısı...

23.08.2006
İnsan kendi doğduğu günle ilgili ne yazar ki?

Ancak neden yazdım bu yazıyı. Çünkü yaş otuz beş oldu. Hepiniz bilirsiniz Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiiri’ni.

Ortasına mı geldim ömrün yoksa başka bir şey mi bilemem tabiî ki? Ancak insan otuzlu yaşlarda yaşamının çok farklı, anlatması gerçekten zor bir evresinde olduğunu düşünüyor. Hatta bunu fark ettiğinde ise şöyle bir silkeleniyor ve yılları, ayları, günleri, saatleri bile dolu dolu geçirmek istiyor inanın.

Yaşama geçmiştekinden daha farklı sarılıyor belki de. Anlayacağınız çok karmaşık duygular ve düşünceler içinde buluyor kendini. Bende aynen öyleyim işte!

Aslında yıllardır karmaşa ve kaosu severek ve isteyerek içine dalmıştım. Şimdi neden korkuyorum ki bu karmaşadan.Korkmamalıyım.

Bu ruh halinden kurtulmak yerine yaşamımda sürekli karşılaştığım plansız ve programsızca daha da çok tesadüflerin girdabına bırakayım kendimi solgun bakışlı ürkekliğimle.

Seviyorum yaşamayı, seviyorum insanları ve kadınımı. Solgun bakışlı ürkekliğimi.
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Gerçek sanatçıya verdiğimiz değer bu kadar işte.



26.08.2006


Ne yazık ki bende gazeteden öğrendim vefatını. Yahu ne kadar ilginç bir ülkede yaşıyoruz?

Edebiyatımızın önemli fakat ÜNSÜZ isimlerinden Muzaffer Buyrukçu vefat etti.

Hastalık sürecinde yaşadıkları, ve sonrası gelişmeler utandırıyor beni.

Artık yeter yahu. Gerçek sanatçılarımızı sahipleneceğimize, bizlere güçlü eserler bırakmış sanatçı, edebiyatçı, müzisyen insanlarımızı bir kenara itiyoruz abuk sabuk piyasada dolaşan ne olduğu belli olmayan sözüm ona “sanatçı” bozmalarını mı ünlüleştireceğiz o hayal dünyamızda.

Eğer merak eder ve hayatını okursanız Muzaffer Buyrukçu’nun şaşıracaksınız .Almış olduğu edebiyat ödülleri,bırakmış olduğu eserler ne kadar ünsüz olsa da gerçek değerini ispatlayor bizlere.

Başımız sağolsun.



Uğurlar olsun Muzaffer Buyrukçu.

fotoğraf http://www.hurriyet.com.tr/ alınmıştır.


Kürşat Ural


"bırak yaşamına şiir girsin"

Rodin Sergisi

26.08.2006

İki hafta önce gezdik sergiyi solgun bakışlığı ürkekliğim ve yeğeni ile. Sergi 3 Eylüle kadar devam edecek.

Benden size tavsiye. Mutlaka gidin ve gezin sergiyi.Çok farklı ve sizi gerçekten büyüleyecek bir evrene sürükleyeceğine garanti veririm.

Gidenlerde gitmeyenlere önersin mutlaka. Ha birde sevgilinizle birlikte giderseniz Rodin’in dünyasına yapacağınız bu yolculuktan daha farklı bir tat alacağınızda kesin.

İyi seyirler.



Aşağıdaki bilgiler Sabancı Üniversitesi sitesinden alınmıştır.
http://muze.sabanciuniv.edu/rodin/index.php

*Modern çağın en önemli öncüleri arasında sayabileceğimiz bir sanatçı...Phidias ve Michelangelo'yla birlikte heykel sanatının gelmiş geçmiş en büyük üç ustasından biri... Düşünen adam, Öpüşme, Cehennemin kapısı, Balzac gibi yapıtlarıyla insanlığın belleğinde hiç silinmemecesine yer etmiş bir yaratıcı... Yapıtlarıyla olduğu kadar düşünceleriyle, kavgalarıyla, ünlü aşkları ve çalkantılı yaşamıyla bir çağa damgasını vurmuş büyük deha: Auguste Rodin! Auguste Rodin, Avrupa sanatının köklü heykel geleneğini 19. yüzyılın gözü yaşlı Romantizm'inden 20. yüzyıla ve Modern çağın büyük sanat serüvenine taşıdı. En küçük heykellerinden en görkemli anıtlarına kadar, hep aynı güçlü soluk ve aynı şaşırtıcı ustalıkla, "heykel"in ne olup ne olmadığını, dönemine ve gelecek kuşaklara gösterdi. Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, Picasso'dan sonra bu kez de heykel sanatının bu büyük ustasını salonlarında ağırlamaktan onur duyuyor. Bu sergi için heykeltraşın koleksiyon ve yapıtlarının mirasçısı Rodin Müzesi'nden ödünç alınan 203 parça arasında, sanatçının Düşünen adam, Öpüşme, Yürüyen adam gibi ünlü yapıtlarının yanısıra 100'e yakın heykel, çok sayıda desen, eski fotoğraflar ve yine sanatçının koleksiyonundan bir dizi antik dönem heykeli yer alıyor. Bütün bunlar, Rodin'in gençliğinden başlayarak en ünlü yapıtlarına dek katettiği yolun izlenmesine olanak verdiği gibi, onun daha az tanınan çizer ve koleksiyoncu yanlarına da ışık tutuyor. Heykelin Büyük Ustası Rodin İstanbul'da sergisi, bir sanat dehasını daha İstanbullu sanatseverlerle buluşturuyor. Tarihler:13 Haziran 2006 - 3 Eylül 2006Ziyaret Saatleri:Salı, Perşembe, Cuma, Pazar 10:00-19:00Çarşamba, Cumartesi 10:00-22:00Pazartesi günleri müze kapalıdır.Son biletler Müze kapanışından bir saat önce satılır.Müzemiz Ramazan ve Kurban bayramlarının ilk günü ve 1 Ocak tarihinde kapalıdır. Giriş Ücretleri:Tam bilet - 10 YTLGrup bileti - 7 YTL(en az 10 kişi)* Grup ziyaretleri için rezervasyon talebinizi en az bir hafta önce yollayınız.İndirimli bilet - 3 YTL(Öğrenci ve Öğretmenler, 60 yaş üzeri)14 yaş ve altı çocuklar ile bir refakatçi, engelliler ve 1 refakatçi, Sabancı Üniversitesi akademik ve idari personeli ve öğrencileri için giriş ücretsizdir. * Sesli Rehberlik hizmetimiz bilet fiyatına dahildir. Sakıp Sabancı Cad. No: 22Emirgan İstanbulT: 212 277 22 00F: 212 229 49 14
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Aşk yalancıdır,kalleştir





Başlarken sevdiği kadınına adıyor bütün yolculuklarını.
Savaşlar,limanlar,uğradığı kasabalarda ki arkadaşlar ve aradığı o şey.
Bir gecede neler olmuş neler.Bu konuda bende bir şeyler söylemek isterdim.

Mutlu değilim onun kadar.Aksine cesur ve bir o kadar korkak.İnsan değilim kendim kadar.Lakin onun kadar mutsuz ve keyifsiz.

Bakıyorum cebimdekilere.Kalanlar o kadar azalmış ki.Onu da kaybedersek vay halimize.Hadi kolay gelsin.Bütün her şey sevgiyle gelsin,sevgiyle gitsin .


İsteklerimizin benin yapım sürecinde karşımıza kurtulmaya çalıştığımız bazı engeller çıkardığı doğrudur, ancak öyle bir anlatmışsın ki isteklerimizi şaşırdım!Bütünüyle yok etmek!Kurtulmaya çalışmamız gereken bazı isteklerimizin bizi götüreceği olumsuzluklardır.Öyle bir söylemişsin ki olumsuzlukların bütünü isteklerimiz gibi algıladım ben.Yani senin anlatımından algıladığım isteklerimiz şeytanın kitabında yazılanların aynısıymış gibi.Olur mu öyle şey?

İstek ve arzularımıza bu kadar karamsar yaklaşma derim.Hayata olan bakış açımızı
karartmayalım.

Güvenilirlik insan erdemlerinden belki de en önemlilerinden.Ayrıca hayatımızda ki ilişkilerimizde de çok önemli bir yere sahip.Fakat ilişkilerin yoğunluğunda bu erdemimiz bile şekil değiştirebiliyor.'Güven duymak' dediğimiz zaman,arkadaşa,dosta,sevgiliye.Acaba bizim cephemizde neler oluyor.Neden insan böyle bir duyguyu hissetmek ister?

Kişilik tahlillerinde,ilişkilerin gelişiminde güvenilirlik önemli dedik. neden böyle? yada nedir bunun ölçütleri?neleri önemseriz güvenirken?

Söylediklerinizin bir çoğuna katılmak olası,ancak 'dost biriktirmeyi unutmayı gerçekten anlayamadım. Dostluk mutlaka özeldir,farklıdır,güzeldir. "Uzun zamandır bir dost arıyorum." -Öldü. -Yalan söyleme. İnsan birçok kişiye aşık olabilir.Aşık olduğuyla çok iyi dost da olabilir.Gerçekten dost olabilir mi? Gerçek olandır. Aşk yalancıdır,kalleştir.Bazen de çok sıcaktır.Üşütür. -Dost her şeyi eritir.Elmasa da pırlantaya da benzemez.Değersizdir.Aşk gibi hep yalan söylemez.Doğrucudur.Öldürür. Her neyse dediğim gibi -var var -Yaşıyor ve birlikte yaşlanıyoruz.Ölene kadar.




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Medyada Neler Oluyor?



26.07.2007



Çok zor dönem geçiriyoruz.Seçim,terör,ekonomide belirsizlik ki Türkel hocamın dediği gibi:

"Aba altından sopa gösteren sadece IMF mi? Askeri darbe paranoyasıyaratarak sosyal güvenlik, tarım, üniversitelerdeki 50/D uygulaması dadahil istihdamla ilgili yasalardaki her türlü antidemokratikleşmeyi masum gösterenlere ne demeli?Kolay gelsin Türkiye!






"Bu sözler ekonomik anlamda son dönemeçte durumumuzu ortaya koyuyor.Neyseki ben daha çok her zaman of çektiğimiz ekonomik sıkıntıdan bahsetmeyeceğim.






Gelinen süreçte hepimizin gördüğü bir savaş var aslında.Medya savaşı.Yöneten bizim seçtiğimiz kişilermi yoksa perde arkasında olanlar mı?Aslında çok perde arkasında da sayılmazlar ya.





Seçim yarışında siyaset içinde hiç alışık olmadığımız bölünmeler parçalanmalar yerine siyasi partiler arasında güç birliktelikleri yerini alıyor.Bu gelişmeleri sizi bilmiyorum ama ben hayretle izliyorum.






Sanırım yeniden koalisyonlu hükümetler dönemine yeni adımların ayakizleri bunlar.Asıl önemli olan terör saldırılarının ayyuka çıktığı şu günlerde, ekonomideki durgunluk, belirsizliklerin ve işsizliğin bir türlü önüne geçilemediği zamanda seçimlerde medya önüne nasıl bir plan program koyacak? Tercihler nasıl olacak?






Hangi medya grubu kiminle masaya oturup siyasi partiler arasındaki güç birlikteliği gibi onlarda bu yola girecek.Merakla bekliyoruz.Hatta başlamışlardır bile ne dersiniz?


Kürşat Ural


"bırak yaşamına şiir girsin"

10/10/2007

Gazeteler Kapatılacak!





Bu başlığı okuyunca sanırım darbe olacak,bütün yayın organları buna gazetelerde dahil kapanacak diyeceğimi sandınız değilmi?

Ne yazıkki ne darbe olacak diyeceğim ne de yazılı ve görsel medya kapanacak diyeceğim.

Asıl darbeyi yüzyılımızda internet yapacak!!!

Ama çok yakındır ki internetin güçlenmesiyle gazeteler yavaş yavaş güçlerini yitirecekler,gelişme ve teknolojilere ayak uyduranlar açık kalıp yayınlarını yapacaklar ancak diğerleri ise kapanacaktır.

Gazetesini artık bir çok insan evinde iş yerinde internetten okuyor.Öyle değilmi?

Gazete satış rakamlarıda zaten gittikçe düşüyor.

Zaten büyük medya patronlarıda ellerindeki gazetelerin basım yayım yoluyla bireylere ulaştırılmasından çok artık sanal ortamdaki gelişmelere yatırım yapıyorlar.

Uluslararası basında zaten bir çok köklü gazeteler internetten yayın yapan kuruluşlara karşı eli kolu bağlanmış ne yapacaklarını bilemez durumdalar.Ya da yeni strateji geliştirme çabasındalar.

Artık basın ve yayında bir çok alanı internet eline geçirmiş durumda.Bu gelişmeler hızla ilerliyor.Bunlardan biriside bahsettiğim bu konu.

Ne dersiniz?Sizcede öyle değilmi?

Kürşat Ural

http://www.livane.org/

kursatural@gmail.com

Öfkem

daha ne olsun
o kadar uçurumum ki sana
ayrılığın bile acısı etkilemiyor beni

traktörün römorkunda yaşadığım o an
kazındı gözlerime unutmadım
o an tanıdım kadını ve tenini
işte o an
o yana bu yana sallanmaların ahengiyle
tuttum seni

yazmışım bir zamanlar aynısı aynısı
şiir tadında yazdıklarımız
acının rengi olmaz
ama benim acım senin rengin
bütün acıları gökkuşağına verdim
sana solgun bakışlı ürkekliğim benim
bir kavganın ardından:
kesinlikle sana değil nefretim
asıl kendime söykülerim

















*Fotoğraf:Rıza Demirbaş





Kürşat Ural

"bırak yaşamına şiir girsin"

Ne Yapardınız?





Kalabalık bir caddede yürürken size omuzu ile sert bir şekilde çarpan kişi sizi sinirlendirir mi?O an ne tepki gösterirsiniz?

Her zaman yürüdüğünüz caddelerde, sokaklarda başınızı kaldırıp sağınızda ve solunuzda hangi binaların olduğuna hiç baktınızmı?Mesela bunu Beyoğlu İstiklal Caddesinde yapabilirsiniz.Denemenizi tavsiye ederim.Şaşıracaksınız .

Çok uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınızla karşılaştınız ve o size adınızla seslendi ama siz onun adını bir türlü hatırlayamadınız ve durumuda çaktırmamaya gayret ediyorsunuz.Bu durumda ne yaparsınız?

Karşılaşmak istemediğiniz birisini aynı ortamda gördünüz.Bu durumda ne yaparsınız?Ne yazıkki oradan çıkamıyorsunuzda.

Banka gişe kuyruğunda işlem yapmak için beklerken sizden sonra gelipte sizden önce işlem yaptıran birisini gördüğünüzde banka görevlisine tepki gösterirmisiniz?

Taksiye bindiniz ve söylediğiniz mesafe taksiciye kısa geldi ve gidemem dediğinde ne yaparsınız?Yada ne yaptınız?




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Livane Kültür 2.Yılına yeni Sayımızla Giremedik!!Üzgünüm.

LİVANE KÜLTÜR-www.livane.org

İnternet de yayın hayatına Ağustos-2006 yılında başlayan Livane Kültür'ün ortaya çıkış serüvenini uzun uzun burada anlatmak yerine internet evreninde neden Livane Kültür olarak yer almaya karar verdik onu söyleyeyim.

Öncelikle basılı ve süreli bir yayın organı olarak şu an Livane Kültür yazar kadrosunda yer alan arkadaşlarla bir dergi çıkartma serüvenine giriştik ve bu alanda zorlanınca çalışmayı internet ortamına taşımayı görsel yönetmen arkadaşımın da ısrarları ve isteği üzerine yapmaya karar verdim.

Livane Kültürü ben bir e-dergi, ya da Kültür Sanat Platformu ya da başka bir sınıflama, tanımlama içine koymuyorum.

Bizler kendi üretimlerimizi bu adreste, Livane Kütürde internet ortamında birçok insanın bireysel ya da grup olarak yaptığı gibi paylaşıma sunuyoruz sadece. Bu tanımlamayı bizimle bu yolculuğa çıkan kişilere bırakıyoruz.

Çağrımızda ve davetimizde öyle zaten hem Livane Kültür de hem de Livane mail grubumuz da.

"Livane orada bir yer, bizimle karşı kıyıya yolculuğa ne dersiniz?"

Bizimle bu yolculuğa çıkmak isteyenler kendileri Livane Kültürün ne olduğuna zaten düşünceleri doğrultusunda karar vereceklerdir diye düşünüyorum.

Biliyorum yeni sayımız için geciktik.Hemde çok.Bu sebeple üzgün olduğumu buradan iletmek istedim.

İkinci yılımıza yeni sayımızla girmek isterdim ama olamadı ne yazıkki.Bizi izleyen ve takip eden bizimle Livaneye yolculuk edenlerden bu mesajımla özür dilemek istiyorum.

Saygılarımla

Kürşat Ural

Livane Kültür Editörü


















Ben Bu Yolculuğa Varım.Ya siz?



Kürşat Ural

"bırak yaşamına şiir girsin"

Sizce Cumhurbaşkanı Gül mü Erdoğan mı?

Meclis başkanlığına Köksal Toptan seçildi. Akp Cumhurbaşkanlığı için belirlediği adayını açıkladı.

Sizce halkın yada şöyle söyleyeyim AKP seçmeninin meydanlardan da telafüz ettiği Abdullah Gül mü?

Yoksa nihai hedefi Cumhurbaşkanlığı olan Recep Tayyip Erdoğan mı çıkacak köşke?

Öyle görünüyor ki Recep Tayyip Erdoğan,Abdullah Gül'den sonra kesin cumhurbaşkanı.
Ne dersiniz?
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Emin Çölaşan Hürriyetten kovuldu mu? Çıkartıldı mı?

Uzun zamandır almadığım ve internetten de okumadığım Hürriyet gazetesinden kovulduğu iddia edilen Emin Çölaşan ile ilgili haberleri medyadan takip etmişsinizdir.

Önceleride Radikal gazetesinden 40 gazeteci kovulmuştu hatırlarsınız.

Sizce bu gelişmeler bize nelerin habercisi acaba?
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Nerede O Eski Çizgi Filmler?


Bu sabah işe giderken kız kardeşimin ’Aaabiii, Tarzan başladı televizyonda, haydi gelmiyor musun?’ diye seslenişini hatırladım.

Ha, Tarzan’daki ’z’ yerine yanlışlıkla ‘k’ çıkarsa baskıda. Sakın yanılmayın. Şimdiden söylüyorum. Çünkü o zamanlar Tarkan meşhur olmamıştı, o da benim yaşlarımda çocukluk serüvenini yaşıyordu, farklı coğrafyalarda.

Yirmi iki yıl önceydi sanırım.

Renkli televizyonların evlerimize yeni yeni girdiği zamanlar. Bizim televizyon siyah-beyazdı.



O yüzden çizgi filmler, öyle renk cümbüşünde değil de, siyah-beyaz süslerdi rüyalarımızı. Ya ben ne diyorum ki, renkli görülen rüya olur mu hiç? Elbette rüyalarımız siyah-beyaz, olacak.



Ama o zamanlar, renkli televizyon camları alınırdı. Mesela hatırlarım yosun yeşiline yakın. Takardık televizyona. Renklenirdi, sanki çizgi filmlerdeki kahramanlarımız; yosun yeşiline yakın.
Sonra geçerdik televizyon başına, izlerdik, sevdiğimiz çizgi filmleri.

Uçan kaz Morton, Tarzan, Vikingler, Şirinler ve Gargamel, Şeker Kız Candy, Heidi... Pembe Panter, He-Man, İskeletor dediğinizi duyar gibiyim ve aklıma gelmeyen daha nicelerini…



Hepimizi çok etkilemiştir, bu çizgi filmler. Ben sıraladığımda eminim ki çoğunuz, özellikle otuz-otuz beşli yaşlarda olanlarınız hatırladı, bu çizgi filmleri.

Uçan kazın yolculuk maceraları… Vikinglerin kürek çekerken “haydi yallah hop hopları” ve küçük Viking’in müthiş fikirlerini ortaya çıkarmadan önce işaret parmağı ile yaptığı hareket ve ampulün yanması. He-Man’in kılıcını gökyüzüne kaldırarak “gölgelerin gücü adına güç bende artık” diye bağırışı. Bir de, Calimero vardı.”Ama haksızlık bu.” derdi. Kâğıttan kuyruk yapıp pembe panterin o eğlenceli müziği eşliğinde onun gibi yürürdük.

Niye mi yazıyorum bunları?

Son dönemlerde aile, çocuk ve çocukların gelişimi üzerine tartışmalar sürerken, Özellikle çocuklara şiddet uygulamaları tartışılırken, ben de, çizgi filmlerin çocuk gelişimindeki etkilerini düşündüm, bir an.

Özellikle teknolojinin gelişmesiyle çizgi filmlerin yapılışı, içeriği ve buna bağlı olarak konuları da farklılaşıyor, değişiyor.

Aslında konuyu uzatmak ve bu konuda sıkıcı laflar sıralamak istemiyorum. Şiddet içerikli çizgi filmlerin çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri, bilim adamlarınca gündeme getirilmekte ve böylelikle anımsatılmaktadır.

Mesela çok zararsız görünse bile Tom ve Jerry arasında kovalamacalar, Voltran, Pokemon ve bunun gibi aklıma gelmeyen teknolojik çizgi filmlerin içeriğindeki tehlikeli şiddet görüntüleri.
Şiddet sadece çizgi filmler de değil, sinema ve televizyon film ve dizilerinde de durum aynı.


Yazımın başında, geçmişe yaptığım yolculukta bahsettiğim çizgi filmlerde, çok az şiddet içeriği olduğu aklıma geliyor, hemen. Hatta yok denecek kadar az.

Ne güzeldi onlar. Konuları, anlatımları, karakterleri çoğunlukla öğretici, eğitici ve sevgiye yönelik… Şu an bile hafızamı kurcaladığımda hatırıma gelenler, olumlu ve neşe verici, hatta özlem yaratan durumlara sokuyor, beni.

Bu arada unutmadan buradan duyurayım sizlere. Heidi yakında beyazperdede.

Büyüklerimiz derler ya, ‘Aaah, nerede o eski bayramlar?’

Benim de diyesim geldi.

Nerede o eski çizgi filmler, nerede?




Görsel tasarım:Uğur Beşer

Yazının linki:
http://www.livane.org/2006Eylul/?pid=13




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Şiir Üzerine(III)

Şiir üzerine en son yazımdan sonra şunu yapmaya karar verdim. Edebiyat ve Kültür Dergilerinde yayınlanan şiirler üzerine yazacağım.

Umarım şiir sahipleri ve editörler burada yazacaklarımdan dolayı alınmazlar.
Neyse başlayayım.

Derkenar Edebiyat ve Kültür Dergisinin Temmuz-Ağustos 17. sayısında İsmail Kılıçarslan’ın “Amerika” şiiri.

Dergi önsözünde “Amerika’ya öfke dolu bir şiirle karşılık vermiş” diye bahsediliyor şiirden. Şiirin bir araç olma kaygısıyla yazıldığı hissi uyandırdı bu önsöz bende. Şiir karşılık verme kaygısıyla yazılmaz, böyle bir misyon yüklenemez şiire.

1997 yılı Bengisu Edebiyat Dergisinde “Kefene Sokulan Sanata” başlıklı yazımda Melih Cevdet Anday’ın şiir üzerine yazdıklarından alıntıladığım bir cümle aklıma geldi bu şiiri okuduktan sonra.

Aklıma geldiği kadarıyla söylüyorum. Dünyanın bütün dillerinden kelimeleri yan yana getirin yazılmamış ve yaratılmamış bir şiir ortaya koyabilirisiniz diyordu Melih Cevdet Anday.

Ancak şiir bumudur? Hem de okuduğum bu şiir gibi sloganlarla dolu, öfkenin kusulduğu küfrün bile becerilemediği bu şiirde. Kelimeleri yan yana istifle, araya birkaç imge serpiştir.

Diğer şiir.

Cafer Keklikçi“Son Oğul” şiiri. Kendini anlatmış. Ancak hiçbir şey anlamadım desem yalan olmaz kesinlikle. Hiçbir şey.

Şiirde kapalılığın çok güzel bir örneği bu şiir. İmgelerle yoğurduğunu sandığı şiirde aslında ahengi yakalaması kaygısıyla yan yana getirilmiş kelimelerde burada.

Yazıma Lamure Dergisi Özel sayısında Recep Garip “Sanat ve Siyaset III” yazısında İsmet Özel alıntısıyla son veriyorum.

“Yani Papatyalardan, kelebeklerden bahseden eserleri neden sanat sayalım. O da pikniklerde okunacak. Birileri de mitinglerde okunacak şiirler yazar.Biz onu da sanat sayamayız.Onlar vakit geçirmeye yarar.”
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Yaş Otuz beş, ömrün yarısını devirdik!! Oldu otuz altı.Hadi bakalım.

Geçen yıl Otuz beş dedim şimdi oldu otuz altı .

Asıl olan ne biliyor musunuz?Otuzlu yaşların ikinci evresi gerçekten mutluluk verici.Bunu erkekler adına söyleyebilirim sanırım bu dediğime kadınlarda katılır kendi namına.

Otuzlu yaşların mutluluk verici yanları nedir diye sorarsanız bana şudur diye somut şeyler sıralayamam size.Ancak şu an hissettiğim duygu bu işte.

Bu yaşlarda belki hayata daha düzeyli,daha sağlam ve daha umutlu bakıyoruz.Geleceğe dair hedeflerimiz,isteklerimiz daha bir belirgin hale geliyor.Önceki belirsizlikler,şeffaflıklar ve siyah olan herşey yerini net bir görüntüye bırakıyor.Buna eminim.

Hepimizin hayatı gerçekleşen isteklerimizle ve beyaz umutlarla geçsin.
Kürşat Ural
"bırak yaşamına şiir girsin"

Neden?





Şu an yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızın telefonunu çevirip onunla konuşmaktan neden çekindiğinizi söyleyebilirmisiniz?Telefon orada tam karşınızda.

Siz haklı olduğunuzu düşündüğünüz hatta haklısınız diyelim bir tartışma anında neden susup hiçbir tepki vermeden duramıyorsunuz.Yada yapabilenlerde neden hatta nasıl bunu yapabildiklerini söyleyebilir mi?

Taksiye bindiğimizde neden taksiciyle genel yaşanan sorunlardan laflarız.Trafik,memleket sorunları hatta yakın zamanda seçimler,politika.Yoksa taksiciler ücretsiz psikolojik danışmanlarımız mıdır bizim?

Taksim İstiklale her gelişinizde şunu söylenip durdunuz mu hiç?Burası önceleri mesela on yıl önce hiç bu kadar kalabalık değildi.Şimdi iğne atsan yere düşmez bir hal aldı İstiklal caddesi.

Kap kaçlar,hırsızlıklar neden bıçak sırtı gibi kesildi birden bire İstanbulda? Hiç düşündünüz mü?Neden?

Televizyon,gazeteler neden ramazan geldiğinde yayınlarına bir ay dinsel olarak ağırlık verirler.Mesela klasik olacak ama "Çağrı" filmi ve dini içerikli programlar.Sonra bitince ramazan yine aynı tas aynı hamam.Neden ?

Nedenlerle yaşamak boynumuzun borcu bu şehirde ve ülkede.




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Ne Olacak Bizim Halimiz?





Günlerdir aklımın bir köşesinde yuvalanmış,arasıra aklıma gelen bir soru bu son günlerde.

Ne Olacak Bizim Halimiz?

Bu soruyu hangi zamanlar sorarım kendime diye düşündüğümde moralimin bozuk olduğu anlar gelir aklıma.

Moralin bozuk olduğu anlar kesin bir sorun vardır hayatımızın akışında.Sizce de öyle değilmi?

Sorunlar,olumsuzluklar,kötü olaylar üzerine konuştuktan sonra topyekün birbirimize sorduğumuz sorudur bu soru:

Ne Olacak Bizim Halimiz?

Çok zamanınızı almak istemiyorum.Sadece şunu belirtmek istiyorum.

Evde,sokakta,işte,yaşamın kıyısından geçen her yerde konuşuruz,tartışırız,gerekirse birbirimizi paralarız,eleştiririz acımasızca,infazlar gerçekleştiririz bazen.

Gerekirse birey olarak devlet oluruz,polisin,askerin,siyasetçinin yerine geçer sonuçlar koyarız ortaya.

Maç izlerken yada sonrasında futbolda en iyi teknik adam ve spor yazarı yorumları koyarız ortaya,moda ile ilgili kabul görmüş modacılara taş çıkartırız,siyasette en iyi siyaset bilimciden,toplumbilimciden çok daha doğru analizler ortaya koyar sonuçlara varırız.

İçinizden senin ne farkın varki bu olanlardan şu an dediğinizi duyar gibiyim.

Her neyse fazla uzatmayacağım.

Ne Olacaksa Olsun artık.

Çünkü ben artık siyasetiyle,ekonomisiyle,toplumsallığıyla birey olarak varolan bütün gelişmeleriyle bu halimizden ve onun ne olacağı sorgusundan çok sıkıldım.

Bu sıkıntıyı özellikle gençlerin iç dünyalarında daha belirgin yaşadıklarına çok eminim.

Olacaksa Olsun Bilelim Halimizi.

Değilmi?








Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Bende yazayım dedim.





Mahalle baskısı.



Bende yazayım dedim şu gündemdeki konuyu.Çok kısa.

Baskı mahalle baskısı değil aile baskısı.Hatta bireysel baskı desek daha yerinde olur.O ülke gibi olurmuyuz?Şu ülke gibi olurmuyuz?Değil aslında.Zaten sandıkta %46 oyu almış bir partinin genel kitlesine baktığımızda bu oranın azımsanmayacak kısmı zaten o toplumsal bakış açısıyla yaklaşıyor.Bu bir gerçektir.Gerçekte olandır.

Bu konu çok hassas bir konu.Toplumsal anlamda bakış açısı çok farklı bireylerden oluşan Türkiye'mizin hassas dengeleri altüst edebilecek bu konu üzerine daha dikkatli gitmesi gerekir.Eskilere dönmenin hiç gereği yok.

Şunu belirtmek isterim.

Geçen Mart ayında kaybettiğim babannemi, ömrü köyde geçen ancak Cumhuriyetin bir çok dönemini oradan gözlemleyen ve duruşuyla bunu gösteren bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak başında ki yazmasıyla hatırlarım hep.Yazmasındaki işlemeler modern köylü bir kadının düşüncelerindeki aydınlık ve güzelliği,şeffaflık ise ne kadar açık ve ilerici bir duruşa sahip olduğunu hissettirmiştir hep bana.




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Öne Çıkan Yayın

My Greatest Passions: Literature, Poetry, and Art

  A lthough I am passionate about literature, art, and poetry, my wife is the biggest passion in  my life. In 1994, after I published the st...