Showing posts with label Deneme. Show all posts
Showing posts with label Deneme. Show all posts

9/05/2010

Neden Referandumda Oy Kullanmayacağım?

Neden referandumda oy kullanmıyorum?

Az iken çok olanlara mazlumluklarını dillendiren, şimdi çok iken az olanlara zalimliklerini hoşgördürenler olduğu için.

Uzun yıllar sanal gerçekliklerle halkı uyuttukları için.

İnsan erdemlerini hiçe saydıkları için.

İnsan olarak vicdanıma bir borcum olduğu için.

12 Eylülde işkence gören, öldürülen, sürgün görenlere bir borcum olduğu için.

Komşusu aç iken tok yatanlar çoğaldığı için.

Toplumu gruplara ayırdıkları için.

Babannemin yazmasının bu coğrafyanın ve bu insanın diğer inandırılmak istenenlerden daha sağlam bir gerçekliğe sahip olduğu için.

Doyumsuz doğamızın “daha da ver daha da ver” bataklığında yine kendi erdemlerimizin gücüyle elbet birgün boğulacağına inandığım için.

Bin kuruş içinde, bir kuruşluk vicdanımızın bizi kurtaracağını düşündüğüm için.
Yenininde birgün eskiyeceğini, zamanı geldiğinde sorgulanıp “ne günlerdi be!” diyeceğimiz için.

Otobüste, yolda birbirine bakan güvensiz, korkak boş gözlerin; birgün umutlu bakışlara döneceğini düşündüğüm için.

Dünyada insanlarını tek tipleştirildiği sitemlerin toplumlara ne acılar ve yıkımlar yaşattığının sonuçlarını gördüğüm ve bunun bizim coğrafyamıza da aynı sonuçları yaşatacağına inandığım için.

“evet” çilerinde “hayır”cılarında yalancı, populist, çıkarcı olduklarına inandığım için.

Her neyse elbette soracaksınız bana bu sebeplerden dolayımı oy kullanmayacaksın?

Evet.

Düşün bir kere vatandaşlık bilinciyle vereceğin bu “oy” seni aydınlığa mı yoksa karanlığa mı çıkartacak?

Karar senin.

5/19/2009

On Binlerce Türkan! On Binlerce Saylan

Sizi unutmayacağız.

Bizim toplumumuzda farklı dünya görüşüne sahip insanlar arasında çok ince bir çizgi var dememe kızmazsınız umarım.

Bu görüş farklılıkları çatıştığında bazen insan olmaktan çıkar bütün erdemlerimizi unutur ya şiddete başvurur ya da karalama çabalarına girişiriz.

Hepimizin ortak bir tarihi, kültürü var. Geçmişimizle birçok yönden uzlaşamazsakta bu tarihin bazı gerçekleri var.

Bir ideolojiye, bir rejime sarılmadan insanlık için bilim yolunda emin adımlarla yürüyen gerçek aydın insanlarımız var bizim.

Yaşamın her alanında insanlığa hizmet için varını yoğunu kendini düşünmeden karşılıksız ortaya koyan insanlarımız. Bilim insanlarımız, sanatçılarımız var.

Türkan Saylan da o insanlardan biriydi.

Bu değerli insanlara ne kadar haksızlıklar yapılsada, onlar bildikleri doğrudan asla vazgeçmez ve yollarına devam ederler.

Emin adımlarıyla.

Onların bildikleri doğruyu anlamak için sorgulamak lazım. Düşünmeyi ve sorgulamayı unutan toplumlar eğer bu kara uykudan uyanmazlar ise bu durum onlar için sonun başlangıcı demektir.

Eğerki onların yaptıklarını anlamaya çabalamıyorsak bunun sonuçlarınada katlanmak durumunda kalabiliriz.

Tek bildiğim karşılıksız sevgi annenin çocuğuna duyduğu sevgidir.

O da bu sevgisini hastalarına,çocuklarına doğru akıtarak bizlere gösterdi.

Artık bu değerli anne, hekim, eğitimci bilim insanı yok aramızda. O gitti ve arkasında bir çok değerleri bize emanet ederek gitti.

Onbinlerce Türkan’ı. Onbinlerce Saylan’ı.

Uğurlar olsun hocam.

Sevgilerimle

Kürşat Ural

12/30/2008

Gazzede ki İnsanlık dışı katliamı kınayalım!



Gazzede ki insanlık dışı katliamı ve şiddeti lanetle kınıyorum. Öldürülen Filistinlilere saygı göstermek adına gelin "Teröre, Şiddete ve Savaşa Hayır" diyelim.

Beş yıl önce bazı forumlara yazmış olduğum yazımı olduğu gibi sizlerle paylaşmak istedim.

Son zamanlarda meydana gelen gelişmeler ve Ortadoğu da ki savaşı dikkate alırsak Dünyada galiba insanlık adına fazla değişen bir şey yok.

Ne dersiniz?

24.10.2003

Şiddet! Arkadaşlar diğer sitelerde tartışmaya açtığım bu konuyu burada sizlerle tartışmak ve paylaşmak istedim.

Şiddet konusunda çok şey söylemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Her gün görsel ve yazılı basında yer alanlar, şiddetin hayatımızda ne kadar yer tuttuğunu apaçık gösteriyor. Sinema filmlerinde, realty showlarda, çizgi filmlerde, haberlerde v.s izlediğimiz görüntülerde ki şiddet savaşla birlikte açıkça kendini gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Irak semalarında bombaların, silahların çıkardığı dumanlar arasında bir çocuğun uçurduğu uçurtma; bence özgürlük adına devam eden şiddete en güzel cevaptı, sizce de öyle değil mi? Hatırlar mısınız çok önceleri izlenme kaygısıyla yapılan realty show programları vardı özel kanallarda?
Simdi yine başladılar. Bu sefer polisiye film senaryolarındaki gibi olayları(çoğunlukla cinayet, tecavüz, hırsızlık v.b.) işlemeye başladılar. Burada şuna dikkat çekmek istiyorum. Amaçları yine yoksulların şiddetini deşifre etmek. Onları kötülemek. Olayların nedenlerini araştırmak, bunların toplumsal boyutlarına dikkat çekmek, yerine hep yaptıkları izleyiciyi ekrana zıpkınlamak için ne kadar iğrenç senaryo varsa hep o konulara dikkat çekiyorlar. Hiç ama hiç toplumsal kaygıları yok.

Ne dersiniz? Şiddet içerikli programları bir kenara bırakın, çizgi filmler, bilgisayar oyunları bile çocuğun gelişiminde olumsuz sonuçlar doğurabiliyor.

Ailede şiddet, okulda şiddet, sokakta şiddet v.b. saydığım bu konular çocuğun gelişiminde ne kadar etkili olabiliyorsa görsel basındaki (iletişim araçları) birçok program da çocuğun sağlıklı gelişiminde bir o kadar etkili oluyor, hatta günümüzde iletişim araçlarının hayatımızdaki yerini göz önünde bulundurursak bunun çok önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Şiddet dedik. Çocuklar dedik. Görsel basındaki şiddetin çocuklar ve insanlar üzerindeki etkileri dedik.

Simdi ise önceden yasadığımız, bir daha yaşamayacağız diye sözler verdiğimiz bir trajediyi tekrar tekrar yaşıyoruz. Bu sefer bu pis oyunun başrolünde çocuklar çoğunlukta. Çiğlık çığlığa bağırıyorlar sözlerini tutmayan büyüklerine:"hayatimizi geri verin""biz bu sözleri tutmak için büyüyeceğiz"

HAYATLAR BU KADAR KOLAY BİTİRİLEBİLİR Mİ? YAZIKLAR OLSUN?

Son günlerde Ortadoğu yine ısınmaya başladı. Neredeyse her gün intihar saldırısı oluyor. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, sakat kalıyor. Ekranlarımızdan hiç eksik olmayan şiddet yine yüreklerimizi parçalıyor. Irakta olduğu gibi hep masum sivil halk bu yaraları sarmaya çalışıyor. Şiddetle karsı karsıya kalan hep mazlumlar ve masumlar. Yeter artik demek yetmiyor ama ben yine de yineleyeceğim.

Savaşa ve şiddete HAYIR

Kürşat Ural

9/08/2008

İkiside çıkmış er meydanına...

İkisi de çıkmış er meydanına ve Cazgır (salâvatçı), geleneksel törenlerden sonra pehlivan sofrasını açacaktır. Kulak verip dinleyelim hele:
Allah Allah illallah/Hayırlar gele inşallah/Pirimiz Hamza Pehlivan/Aslımız neslimiz pehlivan/iki yiğit çıkmış meydana/Birbirinden merdane/Biri ak biri kara/ikisinin de zoru para/Alta geldim diye erinme/Üste çıktım diye sevinme/Alta düşersen apış/Üste çıkarsan yapış/Vur sarmayı kündeden at/Gönder Muhammed'e salavat/Seyirttim gittim pınara/Allah, her ikinizin de işini onara....

Ne kadarda günümüze uyuyor değil mi?

Aslında çok söze ne gerek? Cazgırın er meydanındaki bu seslenişi bize apaçık hem tebessüm hem de kim galip gelecek bakalım mı söyletmiyor mu?

Herkes adını ne koyarsa koysun bunun en güzel yanı sonucu. Sonucunda kim galip gelecek?

Başka sorularda elbette akla gelmiyor değil, geliyor tabii. Ama onlar ilgilendirmiyor beni.

Hayal kırıklığına da uğrayabiliriz. Ama bu çekişmeden mizahçılara çok malzeme çıkacağı şimdiden kesin gibi gözüküyor.

Şimdi buradan bir ankette biz açalım isterseniz. Kim galip gelecek? Sayın Erdoğan diyenler evet yazıp 3333’e sayın Doğan diyenler 6666’ya evet yazıp göndersinler.

Çok lafı uzatmadan kısa keseceğim ve Sayın Erdoğan’ın söylediği gibi:

Bizi izlemeye devam edin diyeceğim.

8/29/2008

Doy doyabildiğin kadar 250 Liraya.

250 Ytl’ye gel de doyur karnını.

Parkta adam eğilerek ellerini başının arasına koymuş sesli sesli konuşuyor:

—İki çocuk ve bir eş. Ben çalışıyorum. Eşim ev hanımı. Günde bırakın 3 öğünü tek öğün oda akşamları yiyoruz valla. Onun bile aylık masrafı bu miktarı iki misli geçiyor. Kardeşim bu tuik denen kurumda çalışanlar hangi ülkeye göre hesaplama yapıyorlar aklım almıyor. Benim küçük kıza sorsanız o bile bu parayla dört kişilik ailenin karnını doyuramayacağını bilir.

Gözüm gazeteye ilişince anladım. Belli ki adam yanındaki gazeteyi okumuş sonrada kendi kendine konuşuyor.

Yanına oturduğumda bana dönüyor:

—Beyefendi sakın yanlış anlamayın kafayı falan üşütmedim ben. Sesli düşünmeyi öğrendim bu hükümet zamanında. Bizim kurumda bir dizi konferans veriyorlar kişisel gelişimle ilgili. Bende bu açık havada pratik yapıyorum gördüğünüz üzere.

Ama bu yöneticilerimiz artık bizim kafayı yememize yardımcı olmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar. Hiç akıl mantık var mı bu işte? Ben memurum. Öğlen arası aldım simidimi çayla birlikte yiyorum burada. Gazete ve televizyonlarda ki haberleri takip ediyorsundur. Ne demeli bu adamlara bilmiyorum ki?

Susuyor adama bakıyorum.

Sonra devam ediyor konuşmaya:

—Birde sadaka veriyorlar sanki. Şu zamma bak hele. Neymiş enflasyon hedefimiz o.Ondan fazlası olmaz. Yahu sen gel insanınla çık bakalım çarşı pazara fiyat pahalılığı neymiş gel de gör. Yok artık. Galiba bu iş yürümeyecek böyle. Ben Bakırköy’e Hanım ve çocuklarda doğru memlekete.

Güldüm ama adama belli etmedim tabi.

Sonra düşündüm kendimi. Senin ne farkın var ki. Gülüyorsun ağlanacak haline. Dön ve bak kendine. Sen çok farklısın sanki. Ha sende sadece olmayan çocuk. Yani iki kişilik bir ailesin ve zor geçiniyor, kıt kanaat ay sonunu getiriyorsun.

Sonra döndüm adama:

—Ancak bu insanların tercihi. İnsanımızın tercihi daha doğrusu. Seninde, benimde. Ne ekersen onu biçersin. Çok da uymadı ama öyle bir şey bizim halimiz.

Kalktım adamın yanından eve doğru yürümeye başladım.

8/27/2008

Medyaya Güveniyor muyuz?







Medyaya güveniyor muyuz?

Günümüz medya tekelleşmesinde böyle bir soru sorulur mu demeyin? Sordum bile.

Gazeteler. Gazetelerin çoğunluğunun tekelden çıkması acaba sorusunu akıllara getirmiyor mu? Sabah işyerinizde, yolda cafede, evinizde elinize aldığınız gazetenin manşetinden içeriğine kadar yer alan haberler bize haberi ulaştırırken azıcıkta olsun bir mesajla mı geliyor yoksa tamamen ideolojik bir bombardımanla mı dolduruyor beyinlerimizi?

En çok televizyon izleyen millet olarak televizyonlar mesela. Haberlerinden, yarışma ve dizilerine, magazin programlarına kadar ne katkıda bulunuyor bize hiç düşündünüz mü?

Elbette bunu sorgulamışsınızdır çoğu kez. Televizyonlarımızda aynı gazete ve diğer yayın organlarının tekelleşmesi gibi benzer yolda değil mi?

Bütün medya çalışanlarını bu sorgulama sürecinden ayrı tutarak sormak isterim çünkü onlar işlerini yapıyor, ekmeklerini kazanıyorlar.

Medyaya güveniyor musunuz?

İzlediğiniz televizyonun, okuduğunuz gazetenin objektif, tarafsız ve bağımsız yayıncılık yaptığını düşünüyor musunuz?

Tirajı ve izlenme oranları düşük olan gazete ve televizyonlara bakalım.

Yüz bin Tirajının altındaki gazeteleri aklıma geldiğince sıralayacağım: Birgün, Evrensel, Taraf, Cumhuriyet, Radikal, Vakit, Milli Gazete, Referans…

Televizyonlarda ise izlenme payları düşük olan kanallar: Ntv, CnnTürk, Flash Tv, Fox, Stv, Kanal 7…

Peki, Tirajı ve izlenme oranları düşük olan gazete ve televizyonlar kötü yayıncılık yapıyor da, Tirajı ve izlenme payı yüksek olan gazete ve televizyonlar iyi, doğru, tarafsız mı yayıncılık yapıyorlar? Asla. Bunu söyleyemeyiz.

Ancak bir gerçek var ki oda şudur.

Kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve bu gibi konularda milletçe hep dem vururken, bu alanlarla ilgili programlara reyting vermeyen yine bizler değil miyiz?

Gerektiğinde eleştiri ve sorgulama mekanizmalarımızı çok iyi işletirken bunu okuduğumuz gazetelere yönelik ne kadar yapabiliyoruz? Genel olarak medyaya diyelim.

Şu bir gerçek ki medyaya güveniyor musunuz sorusuna cevapların büyük çoğunluğu hayır güvenmiyorum diye olacağını tahmin ediyorum.

Akside olabilir tabii.

Ancak şunu çok iyi analiz edelim derim. Medyaya güvensek de güvenmesek de o hızla yoluna devam ediyor. Ediyor etmesine ancak bizlerde azda olsa haberin, yayıncılığın bağımsızlığına, tarafsızlığına azıcık da olsa göz yummadan düşünelim derim.

8/11/2008

Savaşın Suçlusu Kim?





Savaşın suçlusu kim?

Sınır komşumuz, Livane’ye yakın Gürcistan’ın Osetya bölgesinden kan akıyor. Güçlerin yeni bir savaş senaryosunu izlerken yine şiddet acıları çoğaltıyor, yüreklerimizi dağlıyor.

Kimse bu savaşa duyarsız kalamaz. Ekonomik çıkar kavgaların anlamsız sonucunu yine sivil insanlar canlarını kaybederek yaşıyor.

Savaş filmlerinde beyaz perdede izlediğimiz güçler savaşının benzeri, gerçek hayatta yapabilecekleri dehşet senaryolarıyla gözler önüne seriliyor.

Liderler açıklamalar yapıyor, insanlar ise canlarını kaybediyor, gözyaşı dökerek yıllardır yaşadıkları yuvalarını terk ediyorlar gözümüzün önünde.

Herkes “savaş durdurulsun” diyor.

Sadece şunu söyleyeceğim. Kendinize şunu sordunuz mu hiç?

Dünyada affedilmeyecek bir suç var mıdır?

Belki vereceğim cevap şaşırtıcı ve hukuk açısından kabul edilecek bir yönü olmayabilir.

Ancak cevabım şudur:

Affedilmeyecek suç “savaş suçudur”

Yargılanması devam eden her sanık, isnat edilen suç ispat edilene kadar suçsuzdur.

Bu cümleye göre savaş suçunun da bağımsız mahkemelerce ispat edilmesi kesinlikle şarttır.

Hitler, intihar etmeseydi yargılanıp acaba nasıl bir ceza alırdı?

Stalin, zehirlenerek öldürülmeseydi uyguladığı politikalar sonucu yargılanır mıydı acaba?

Sırp kasabı diya söylenen Karadziç, ne ceza alacak?

Ceza her ne olursa olsun ben şunu sorgulamak istiyorum. İnsanlar hayatını etkileyecek kararlar veren liderler bunları savaşlarda hayata geçirdiklerinde ve sonrasında iç evrenlerindeki vicdan savaşlarını nasıl sonuçlandırıyorlar.

İnsan hangi karakterde olursa olsun iç evreninde bir parçada olsa insancıl bir yön vardır.

Savaş suçlusu, ya da tarihte savaşan ülke liderleri bu sorgularını nasıl yaparlar? Hangi ruh halinde olurlar.

Buna yönelik birçok film çekildi. Bu liderlerin hayatları, iç dünyaları ve psikolojileri üzerine senaryolar işlendi. Belgesel filmler yapıldı.

Peki, suçlu kimdi?

8/01/2008

Akp Kapatılmadı.





Bu oylamada matematiksel olarak sayılar nasılda önem kazandı?

Evet oyları 6 değil 7 olsaydı Adalet ve Kalkınma Partisi kapanıyordu.

Bülent Ecevit hükümeti döneminde Anayasada yapılan değişiklikle önceden 6 oy yeterli iken, değişiklikle bu 7 oya çıkartılmıştı. İlginç bir durum.

Demek ki bu Anayasa değişikliği olmasa Türkiye yeni bir dönemece daha giriyordu.Yine demokrasi arenasında sınıfta kalıyordu.Ama olmadı.Türkiye sınıfı geçti.

Akp kapatılmadı.Bu sonuç elbette birçoğumuzu en azından psikolojik boyutta birçok neden-sonuç sorgulamalarımızı daha da derinleştirdi sanırım.

Benim bu yönde sorgularım çoğaldı.Bu karar demokrasimizin bir zaferi mi?

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde parti kapatılmasına karşıyım elbette. Birçoğumuzda buna karşı.

Ancak burada önemli olan kararın detayları. 6 kapatılsın, 4 hazine yardımından mahrum bırakılsın, 1 red oyu kullanıldı.

Ne demek oluyor bu?Kapatılmadı ama Akp uyarıldı mı? Bir partinin hazine yardımından mahrum bırakılması ne demek? Bunu hukukçulara bırakıyorum. Bilgim olmayan konuda fikir yürütmem yanlış olur.

Sadece değinmek istediğim nokta kapatılma kararının pamuk ipliği kadar hassas bir dönemeçten geçerek bu sonuca çıkması.

Hepimize hayırlı olur umarım bu tarihi karar.

7/16/2008

İyimser misiniz? Kötümser misiniz?





Geçenlerde tramvayla İstiklal caddesinden Tünele doğru gidiyorum. Tramvayın arka tarafında yere oturmuş, ayaklarını aşağıya sarkıtmış, garip giyinmiş, kaba sakallı bir adam kendi kendine konuşmakta. Belli normal bir insan. Şaşırmayın böyle dememe ama öyle gerçekten. Biz ona garip geliyoruz. Yanında ayakta duruyorum.

—Bak kardeş! Dedi. İrkildim.
—Şimdi şu turist çift var ya bak onlara selam vereceğim. Dedi
Giden tramvaydan turist çiftlere el salladı ve ardından.

-Hellooooo!
Turist çift adamın selamına ellerini sallayıp karşılık verdiler. Adam sonra:

—Bak devam ediyorum. Şimdi şurada duran kadına selam vereceğim. Dedi. Hemen ardından o kadına da aynı şekilde el salladı:

—Merhaba! Dedi.

Kadın acayip acayip benim gibi görünüşüyle garip bulduğu adama baktı ve karşılık vermeden başını çevirdi yoluna devam etti.

Bu arada bilmeyen vardır diye belirtmeliyim. Tramvayda bu hareketler nasıl izlenir diye düşünenler için söyleyeyim. Taksim İstiklal caddesindeki tramvay çok yavaş ilerleyen hatta yürüyüş hızından biraz hızlı diyebilirim giden bir tramvaydır.

Devam edelim.

Adam döndü bana.

—Gördün mü kardeş? Gördün mü? Turistler selamıma karşılık verdi. Peki, bizim insanımız ne yaptı? Kıyafetime bakarak içinden-Deli midir? Nedir bu adam diye geçirmiştir muhakkak. Selamıma karşılık vermedi. Milletçe son durumumuz budur kardeşim. Şu güzelim Beyoğlu semtimizde bile selamımız yok birbirimize. Bak Allahın Turisti tanıyor mu beni? Hayır. Ama aldı selamımı.
Lafını istemeden bölmek zorunda kaldım. Son durağa gelmiştik. Adama döndüm:

—Güvenimizi yitirdik birbirimize. İyi günler sana. Dedim ve indim tramvaydan.
Adam şöyle cevap verdi:

—Sadece Güven mi yitirdiğimiz. İnsanlığımızı yitirdik de sen ona.
Değerli yazarımız Yaşar Kemal’in söylediklerini okuyunca daha da hak verdim ona. Yaşama karşı hep iyimser durdum. Karamsarlıktan uzak kaldım bende. Ama şu son gelişmeler hatta şu son yirmi beş yılda nerelere geldik toplumca?




Kürşat Ural


"bırak yaşamına şiir girsin"

7/02/2008

Bu güne ait ne varsa yaktım!

2 Temmuz 1993.

Bu güne ait ne varsa yaktım.Gazete,dergi,kitap.

Size de tavsiye ederim. Yakın. O alevlerin içindeki suskunluğun uyanışını hatırlatmalı.Sizde yakın ki o güne ait bir sözcük kalmasın ülkemde.O kara sözcükler.

Aradan tam on beş yıl geçince, insan geriye dönüp baktığında günümüze gelen bir umudu yakalamaya çalışsada bu olmuyor ne yazık ki. Olamıyor.

Gelişmeleri takip ettikçe karamsar oluyor insan. Ama sonra bir daha bir daha diyor. Umut tükenmez ülkemin bu coğrafyalarında.


İnsanlığa karşı işlenen bütün katliamları kınıyor ve Sivasta ölen insanlarımızı saygıyla anıyoruz.

*Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Gülender Akça - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
Ahmet Alan - 22 yaşında
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır- 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi
Murat Güneş,Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa -22 yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 17 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Öztürk - 21 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Kenan Yılmaz - 21 yaşında

Kürşat Ural

"bırak yaşamına şiir girsin"

*wikipwedia.org sayfasından alınmıştır.

3/21/2008

Solgun Bakışlı Ürkekliğim Benim*





*Yıllar önce karalanmış bir yazı.




BİLİNMEDİK BİR AŞK

Bir kabuk içinde
Birbirinden ayrılmaz
( : )
Aşk ve acı yüreğimde
İkiz badem içidir.

Şiirlerinde acıyı çok işlemiştir Metin Altıok. Diyeceksiniz ki acıyı işlemeyen şair var mıdır? Elbette bir çok şairimiz acıyı işlemiştir, acının içsel ve dışsal yansımalarını bir ressamın fırça darbeleri gibi vurmuşlardır tuale vurur gibi. Kimi zaman onların acıları bizim acılarımız olmuş ve kazımışlardır yüreklerimize.

"acı çektim günlerce/acı çektim susarak"dizeleriyle seslenmiştir Hasan Hüseyin Korkmazgil Acılara Tutunmak şiirinde.Hepimize farklı duygular yaşatmıştır bu yansımalar.Belki de bilmeyenimiz yoktur bu şiiri.Bazen gür ve boğuk bir sesle okumuşuzdur,bazen de şarkısını mırıldanmışızdır titrek dudaklarımızla.

"Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını/ Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver "Evet.Ahmet Erhan Gülşiir’inde içimizde hep gizlediğimiz çok nadir zamanlarda dışa vurduğumuz sevincimizle ödünç istiyor acılarımızı bizden.O da vazgeçmemiştir acılarla haykırışlarını soluk soluğa.

"Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır/ kin, kusturur insanı; adına çıdam denir/ susulunca tutulan çetele simsiyahtır/ o siyah öcalmakcasına gür ve bereketlidir."Ruhumun derinliklerine seslenerek gençliğimin heyecanıyla beni şiire bağlayan şair.İsmet Özel.En çok onun imgelerinde buldum kelimelerin gücünü.Bulmaya da devam ediyorum.

"bana bir yudum daha ver/acıdan arta kalan/sessiz bir bekleyişin/ürkekliğinde"

Solgun bakışlı ürkekliğimle tanıştığım gün. İstanbul.İkimizinde aşık olduğu şehir.



Sekiz yıl önce Bengisunun toplantısını yapmıştık.Şiir dostlarıyla istiklal caddesinden meydana doğru yürüyorduk. Meydan kalabalık. Orada karşılaştık.Onun çok sevdiği dostu benimde sonradan çok iyi dostum olacak kişinin tanıştırmasıyla yeni bir yolculuğa kürek salladık. Aşkım.Karadutum çatalkaram... Solgun bakışlı ürkekliğim benim. Seni çok seviyorum. Ayrılık bize yakışmasada.Hiç merak etme. Sonbaharda hem birbirimize hemde aşığı olduğumuz şehire kavuşacağız. Bütün zırhlarımızı kuşanarak.
Çocuktum ve büyüdüm, kocaman bir adam oldum. Evlendim.

Fırtınalarla geldik bu zamana. Karıştık günaha davetkâr tenlerimizle. Ölümün rengini siyaha boyadık beyazdan. Artık âşık olmayacağım. Yapacağım bütün işlerden sıyrılacağım. Sıyrılıp sessizlikten sana akacağım. Zencilerin pamuk ve tütün tarlalarında söylediği heyyamola şarkılarını dinleteceğim şeytanın dostu beyaz örtülü çağımızın tüccarlarına. Bırakın benim kaygılarımı. Dans edin. Ama ne olur benim şarkımla değil.

3/20/2008

Fala İnanma, ama onsuz da kalma *






*Ekim/ 2007
Kadın uykusundan uyandı. Gözlerini ovuşturduktan sonra lavaboda elini yüzünü yıkamadan hemen kütüphanede ki ‘Rüya Tabirleri’ kitabının sayfalarını parmaklarıyla hızlı bir şekilde çevirerek gördüğü rüyanın merak ettiği açıklamasını okumaya koyuldu.

İşte birçoğumuzun özellikle de kadınların merak duyduğu bir konu.

RÜYA.

Ve rüyalarımızın çeşitli açıklamalarını yapan kitaplar.

Elbette onları heyecanla okumak her gün aldığımız gazetede burçlarımızı okuduğumuz kadar sık yaptığımız ve heyecan duyduğumuz bir şey olmasa da bu aslında çoğumuzda var olan bir merak konusu.

Acaba gördüğümüz rüyanın yaşamımızda ki anlamı, yansıması, açıklaması nedir?

Rüyanın bütünü veya bir bölümündeki bir nesne, bir canlı veya bir olay.

Neden gördük bunları ve bize ne anlatmak istiyor acaba?

Bir sürü cevabını beklediğimiz bu sorular yumağı. Ne sonuçlar doğuracak bizim hayatımızda?

Nelerle karşılaşacağız bu anlamlı veya anlamsız rüyaları gördükten sonra?

Bilinçaltımızın nasıl bir şekilde açığa vurması? Ne gibi olumlu veya olumsuz sonuçlarla karşılaşacağız?

İşte bu merak uyandıran sorular bunların yorumlarını merak etmeye götürür ve heyecanla okuruz rüya ile ilgili açıklamaları.

Okuruz ve kendimizce de yorumlar yaparız okuduğumuz açıklamalara göre.

Kesinlikle yanlış bulmuyorum bu düşünce ve davranışları.

Sadece merak ediyorum bizdeki yansımasını ve doğurduğu sonuçları.

Eğer mutlu oluyorsak buna hiç şikayetim yok. Ama bizi mutsuzluğa, karamsarlığa taşıyorsa bunun sonuçları.

İşte orada durun derim biraz. Şikayetim var. Asabiyim ben. Çünkü öyle oluyor insan inanın ki.

Öyle ki şöyle bir geriliyor, gerginleşiyor, ruhsal haliyle birlikte belki de bütün gününü etkileyecek bir moralsizlik haline dalıyor.

Aslında bu kötü ruh hali de ortaya çıkabilecek beklenen bir gelişme.

Ne yapabiliriz?

Hani ‘fala inanma ama falsızda kalma’ lafı vardır ya. Bana da onu söylemek kalıyor.

Rüya ve açıklamalarına inanma fazla, ama onsuzda kalma.

Kelimeler, Bazıları Tüyden Bazısı Demir *



*Ekim/2006


Günlük hayatımızda kullandığımız kelimelerden bazılarını çekip alalım.


AŞKIM, CANIM, KARDEŞİM.


Üniversite yıllarında özellikle Hocam kelimesini çok kullanırdık. O kadar çok kullanıyorduk ki bu kelimeyi bazı arkadaşlarımın ismini bile unutmuştum. Neyse ki okul bittikten sonra bu kelimeyi uzaklaştırdım dilimden.


Diyeceksiniz ki bununla ilgili Ayşe Arman yazısını okudum ben.


Şimdi sizi niye okuyayım? Aynı şeyleri anlatacaksınız. Siz bilirsiniz.


Şimdi de Aşkım. Gerçekten gerekli gereksiz her birbirimize seslenişimizde kullanıyoruz bu kelimeyi.


Bu bilinçli bir tercih mi yoksa öyle kendiliğinden mi çıkıyor ağzımızdan?


Başlangıçta daha yeni yeni kullandığımızda bu kelime dolu dolu geliyordu kulaklarımıza. Heyecanlandırıyordu bizi beklide.


Aslında sorun ne biliyor musunuz?


İnsan zamanla çok kullandığı bir eşyayı görsel açıdan kendisine bildik, aynı gelmeye başladıkça onu terk etme yoluna gidiyor. Başka tercihlere, yeni eşyalara yönelim gösteriyor. Onu Atıyor bir kenara ve yeni zevk ve tercihlerine göre farklı bir eşya alıyor.


Belki de kelimelerde böyle. Genelde bu tanımlamayı yaparız ya. İçini boşaltmak, artık içi boşaldı bu kelimelerin. Onun içini doya doya dolduranda biziz, onun içini boşaltanda biziz.


Artık zamanı geldi de geçiyor bile. Aşkım kelimesinden sıkıldık. Sizi bilmem ama ben sıkıldım artık. Nasıl hocam kelimesini söylemiyorsam artık öyle sürekli aşkım kelimesini de kullanmayacağım.


Canım, Kardeşim. Ne yalan söyleyeyim. Çok kullanıyorum bunları da. Sizde değimli? Belki biraz belki çok.


Ama şu da bir gerçek ki, nasıl eski eşyanın yerini yenisi alıyor. Bu kelimelerin de yerini yenileri alacak.


Bekleyelim ve görelim.


Düşündüm ve en sonunda karar verdim. Sizlerle paylaşacağım konu :


‘İlişkiler’


Aslında hepimiz kendimizi biliriz, tanırız yettiğince. Değil mi?


Akademik anlamda toplum bilimcilerimiz bireylerin kendini tanımadığını, ifade edemediğini, ve kendilerini zaman içinde var edemediğini bu konularda zayıflıkları olan gruplar oluşturduğunu söylerler hep.


Aslında bu konuda somut kararlar vermek ne kadar doğru? Ben de bilmiyorum açıkçası.
‘Bana soracak olursan benden iyi beni tanıyacak bilecek kim olabilir?’Bu soruyu defalarca söylemişizdir etrafımızda ya da kendimize.


Her zaman kendimizi çok iyi tanıdığımızı bizi bizden iyi tanıyacak birisinin olamayacağını ya da iyi tanıdığı yargılarını belirtenlere karşı bazı zamanlar hiç de iyimser bir davranış sergilemediğimiz doğrudur değimli?


Şunu sakın unutmayın ki burada anlattıklarımdan genel yargılar çıkartmaya çalıştığımı düşünmeyin lütfen. Böyle bir niyetim yok kesinlikle.


Bazen kendimizle ilgili çevremizde ki insanların yargılarını görmezden gelebiliriz. Bu; uzun yıllardır hayatı paylaştığımız arkadaşımız, dostumuz sevgili yada hayat arkadaşımız olabilir.

Yaşamımızın hızla ilerlediği süreçte bence kendi iç evrenimizi, kişiliğimizi, davranışlarımızı hayatı paylaştığımız insanların yargılamasına, eleştirmesine, bazı saptamalarda bulunmasına izin vermeliyiz. Ancak savunma mekanizmamızı devreden çıkartmadan gerek gördüğümüz müdahaleleri yapmayı da çekinmeden işletilmeli bu evreyi.


Ne yapmalıyız?


Öncelikle bize karşı eleştirilere açık olmalıyız. Ayrıca öz eleştiri de yapmalıyız kendimizle ilgili. Bunlara kapalı bir evrendeysek hemen terk edelim derim ben size bu evreni.


Önce kendimle başlayayım.


Ben bu konularda kişiliğim gereği hep mesafeli olmuşumdur. Hatta bazen çok tepkisel davranışlar bile sergilemişimdir. Ancak zamanla bu konularda daha esnek olmaya başladım. Bu konuda ‘solgun bakışlı ürkekliğimin’ benim üzerimde etkisi çok büyüktür. Bunu da söylemeden edemeyeceğim. Artık o eskiden olan ani tepkiler, kapalılıklar yok denecek kadar az. Azaldı diyebilirim. Eski arkadaşlarım öyle diyorlar. Demek ki doğruya gidiş galiba.


Neyse devam edelim.


Sinir oluyorum. Yaz bitti. Geçtiğimiz yaz gündemimizi oldukça meşgul eden konulardan birisi.


Dayanamadım ve kendimi zor tuttum. Ve yazmaya karar verdim. Bu yazım araya bonus olarak girdi kusura bakmayın.


Yahu , şu tanga ile ilgili sanırım mayo firmaları reklam filmi yapsalardı bu kadar etkili olmazdı herhalde.


Yaz aylarında tatil yörelerinde tanga giyenlerin sayısı hızla artıyormuş. Duydunuz mu?


Tangayla kalkıyoruz, tangayla yatıyoruz.


Artık her şeyi unuttuk, Sibel Can tanga giymiş sonra arkasından diğerleri nasıl giymiş, ben giymem asla. Aslında bilinçli yapılmışta. Falanda filan.


Ya yapmayın. Yeter yahu. Ne saçmalıktır.


Bu kadarda küçültmeyin kendinizi. Buna birde röportaj vermezler mi?


Aslında artık karar verdim buna. Şarkıcılar oyuncu, magazincilerde yönetmen senarist.


Alıp yürüyorlar bu yolda elele.


Kurgu yapılıyor, senaryo yazılıyor, ve motoooor. Çekimler başlıyor.


Tanga! çekim bir sahne . Haydi bakalım. Kolay gelsin efendim.


Yeter artık bu magazin kirletmişliği!


Başka bir konuya değineceğim. Sinir olduğum bu konuyu anlattıktan sonra şimdide programını çok beğendiğim Sevim Gözay hanıma teşekkür etmek istiyorum.


Cosmopolis programını izlemenizi tavsiye edeceğim. Gerçekten program konuları ve konukları dikkat çekici. Her program olmasa da öyle.


İlginçliği sebebiyle çok önceleri yayınladığı bir program aklıma geldi. Türkiye ve biz için.
Müthiş ya. Yaz kitapları başlığında kitaplara yer vermiş programında.


Benimde dahil olduğum, kitap okumayan bireylerin oluşturduğu bir topluma sen kalk programında tek tek kitap ve yayınevlerini tanıt. Kim izler ki? Ama eminim ki yinede insanlar izlemiştir. Umuyorum. Teşekkürler Sevim hanım.


*İsmet Özel’in Yıkılma Sakın isimli şiirinden alınmıştır.

Sizi de çekebilir.Size de çıkabilir*





*Ağustos/2006






Her an içinde bulabilirsiniz bu çemberin ve daraldıkça ağır bir sosyal yaralar açmaya aday bu gelişmelerin. Evet. O insan benim veya sizlerin kız kardeşi, kızı veya bir yakını olabilirdi.



Son zamanlarda meydana gelen gelişmeler üzerine insanlarda kaygılar çoğalmış, şüpheler ise had safhalara ulaşmıştır sanırım.



İlişkilerine şüpheyle yaklaşmalar, güven konusunda birtakım kaygılara yönelimler, ister istemez bazı kurgulara yöneltmiştir birçoğumuzu.



Evet. Gizli kamera çekimlerinden bahsediyorum. Hani son teknoloji yardımıyla fazla donanıma sahip olmadan, telefonlarla yapılan kamera çekimlerinden.



Sosyal hayatımızın ortasına bomba gibi düşen, ileride büyük yaralar açabilecek bu gelişmelerden bahsediyorum.



Önceki yıllarda, sanırım yaklaşık on yıl önceydi, toplumumuzda şiddet içerikli ve bazı sınıfları sinirlendiren realty showlar vardı, görsel medyamızda.



Hatta gizli kameralarla çekilen görüntülerle desteklenmiş haber programlarıydı onlar.



Çoğunda da, alenen çekilen görüntülerle. Uzun bir süre meşgul etmişti, hayatımızı.



Şimdide, Susurluk olayı ile yarışacak konuma getirilen ‘Gamze Özçelik’ skandal görüntü olayı.



Daha sonra, gazete ve dergilerde yazıp çizilen, görsel medyada da iyice cılkı çıkan, bu gelişmeler.



İster istemez, beni bu konuda yazmaya itti, bu olanlar. Sakın kendimizi dışında görmeyelim, bu olanların ve olabileceklerin.



Her an içinde bulabilirsiniz bu çemberin ve daraldıkça ağır sosyal yaralar açmaya aday bu gelişmelerin.



Cinsellik, bizim toplumumuzda uzun yıllardır bastırılmış, kısıtlanmış bir olgu oldu hep.



Freud’un tespitinde de olduğu gibi, bireysel olarak bilinçaltındaki bu bastırılmışlığın sonucu ortaya çıkacak sosyal hastalıkların bizzat ispatı, bizdeki bu gelişmeler.



Yani aslında, birçok psikologun tespitlerini, bilimsel gerçeklerini haklı çıkardı, bütün bu olanlar.



Eşini ve sevgilisini gizlice çekerek kayıt edip, kendi fantezi dünyasında yolculuğa çıkanlar, kameralı cep telefonlarıyla sokakta insanları çekenler, danışıklı dövüşle fotoğraf ve kamera çekimleri yaparak teknolojinin nimetlerinden faydalanarak farklı sektörlere yelken açanlar.



Ne demeli? Ne yapmalı?



Şimdi amacım, sizlerin kaygısını çoğaltmak değil elbette.



Ancak bir tehlike sinyali vermek istiyorum, buradan.



Sizi de çekebilirler, bu kötü piyango size de çıkabilir.



Öyle ki olayların gündemimizi meşgul edecek düzeyde böyle gündelik hayatımıza girmesinin başlıca temel nedeni, o ‘tecavüz’ görüntülerinin dağılıp saçılması, ortalığa.



Çok iğrenç bir olay. Yapılan ve gerçekleştirilen bu olayın, hiçbir kimse tarafından tasvip edilemeyeceği de kesin. Zaten bu konu üzerinde yazıldı ve çizildi.



Her ne olursa olsun bu bizim toplumsal bir yaramızdır. Bununla, hem bireysel ve hem de toplumsal savaşımızı vermeliyiz, mutlaka.



Peki. Suçlu kim?



Toplum ve yerleşmiş değer yargılarımız mı?



Yani hep oflanır puflanırız ya yanlışlardan sonra hatalardan sonra pişmanlıklardan sonra.



Bunu tespit etmek benim görevim değil. Ancak şu var ki toplumları yanlışlıklara iten bazı güçler vardır ki. Anladınız ne demek istediğimi.



Toplumsal hayatımızda medyanın gücü, yadsınamaz kesinlikle.



Yazılı veya görsel basının gücünü kimse küçümseyemez.



İstense bazı gelişmeler engellenebilirdi. En azından bir insanın onuru, böyle ayaklar altına alınıp ezilmeyebilirdi.



Evet. O insan benim veya sizlerin kız kardeşi, kızı veya bir yakını olabilirdi.



İsteselerdi, bu kadar yayılmasını engelleyebilirlerdi.



Gerçekten biraz onurlu olup, basın yayın ilkelerine uyulsaydı.



Belki de. Sizce de öyle değil mi, değerli basınımız ve Livane okurları?

2/14/2008

Bugün Sevgililer günü. Bol Bol Harcayın.



Bu özel günler de olmasa vah halimize! Özellikle bireysel tüketimin yoğun olduğu piyasalar canlanmayacak, küçük ve orta ölçekli şirketler ya da esnaflar bu günlerde siftah yapamadan kapattıkları günlere inat yüzleri gülecek, onlarla birlikte sevgililerinde. Sakın yanlış anlamayın lütfen. Buradan az da olsa ekonomi okumuşluğumla size ekonomik analizler yapmayacağım. Gazetelerden okuyorsunuz zaten değerli ekonomistlerin ve hocalarımızın yorumlarını.

Diyeceğim şudur. Çok basit. Sevgilinize bu özel günde bir gül alacaksınız.

Gittiniz çiçekçiye:

--İki gül alacağım ne kadar?

--20 lira

--Yapma ya. Daha bir hafta önce almıştım tanesi 5 liraya.

--Bugün sevgililer günü beyefendi. Bugün böyle.

Düşünün siz iki tane alıyorsunuz. Birde onlarca alanlar var sevgilisine. Gerçi onlara toplu aldıklarından çiçekçimiz indirim yapar herhalde.

Sadece gülle kurtulamazsınız. Güzel bir yerde akşam yemeği rezervasyonu. Ufak bir hediye.

Alışveriş merkezleri, mağazalar, eğlence yerleri. Hareketli günlerinden birini daha yaşayacaklar.

Diyeceksiniz ki sana ne kardeşim. Param var alırım. Özel günlerde de alırım diğer günlerde de. Elbette alırsınız. Ona bir şey diyeceğim yok zaten.

Ama ben artık şuna inanıyorum. Hayat arkadaşımız olsun, sevgilimiz ya da başka. Dışarıdan dayatılan özel günler değil de bırakın bizim belirlediğimiz özel günler olsun.

Evlilik, tanışma, doğum günü v.s. Aslında bunlarında sevgililer günü gibi çok farkı yok diğerlerinden.Ama en azından dışarıdan dayatılmıyor en azından.

Sizi bilmem ama ben ilk defa solgun bakışlı ürkekliğime bugün gül almayacağım. Birlikte kararlaştırdık zaten. Bize ait özel günlerimiz var o günler geldiğinde biz kutlamamızı yapıyoruz zaten.

Size tavsiye edemem. Bir düşünün diyebilirim sadece.

2/05/2008

Benim Babaannem Yazma Takardı Başına





Geçtiğimiz yıl 8 Mart Kadınlar gününde toprağa verdiğimiz rahmetli babaannem; yıllarını köyde geçirmiş, çağdaş ve ilerici düşünen bir ailede herkesin hürmetle saygı ve sevgi gösterdiği başörtülü Türkiye Cumhuriyeti kadınıydı.

Hepimizin bir babaannesi var. “Benimde sizin babaanneniz gibi bir babaannem var” dediğinizi duyar gibiyim.

Niye anlattım bunu. Gündemimizi çokça meşgul eden türban meselesi yüzünden.

Aslında çoğumuzun dillendirdiği farklı bir yönden değerlendireceğim kısaca bu konuyu.

Babaannem, dediğim gibi yıllarını köyde geçirmiş bir kadındı. Ben onu çocukluğumda da sonrada başında ya ince şeffaf yazma ya da yöresel eşarbıyla hatırlamışımdır hep. Geleneksel yöre kumaşından yapılan başörtüler. Anadolu’nun birçok yöresinde kullanılanlardan. Hepimiz biliriz.

Öldüğünde de başında o işlemeli ince yazması vardı.

Çok uzatmayacağım. Şimdi turban konusu ile ilgili anayasa maddesi değişikliği gündemde. Çok detaya girmeden soracağım size.

Son yirmi yıldır gelişerek büyüyen türban şeklinde örtünme günümüzde bir siyasi partinin hükümet de olması sebebiyle daha da tartışma konusu, hatta toplumu farklı gruplara bölünme noktasına getirdi.

Üniversitelerde kılık kıyafetle ilgili yasa değişikliği olduktan sonra eminim ki farklı ve zor bir sürece girilecektir. Bundan şüphemiz olmasa gerek.

Geleneksel ve yöresel örtünen babaannelerimizin, annelerimizin örtünme şeklini farklılaştıran günümüz örtünme şeklini ben Anadolu coğrafyamıza uygun bulmuyorum. Eğer bu coğrafyada yaşıyor ve yaşam biçimimiz, kültürümüz bu coğrafyada şekilleniyorsa ben bu değişime hayır diyorum.

Kadınımızın örtünme şeklinin de biraz önce anlattığım gibi babaannelerimizin, annelerimizin geleneksel örtünme şekli gibi olması gerektiğini düşünüyorum.

Peki ya siz?

1/31/2008

Düşünmeyi ve Sorgulamayı Unuttuk.





Düşünün bir kere en son ne zaman sorguladınız etrafımızda olan bitenleri. Düşünüp sorguladığımız ama suya sabuna dokunmadan değil elimizi taşın altına koyup şöyle sağlamından ne zaman eleştirilere, sorgulamalara kulak kabarttık.

Uzun zamandır yapamıyoruz bunu. Fark edemediniz mi? Şöyle bir kurcalayın son yirmi beş yılı. Neler oldu hayatımızda? Evden işe işten eve. Eve ekmek getirme derdinde. Hayatımızda başka sorunlar yok mu ekonomik mücadelemizden gayri? Var elbet.

Kim sorguluyor ki olan biteni ben sorgulayayım der gibisiniz. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.

Hele sanatımızda hangi baba yiğit kalkıp sorguluyor ki. Yapsa bile ya "şak" diye susturuluyor ya da bir bakmışsın kayboluyor ortadan.

Tiyatroda var elbette yanlış anlamasınlar beni ama gösterilmiyor görsel medyamızda. Nerede kavuklu nerede meddahlarımız?

Komedyenler, show adamları suya sabuna dokunmadan kayda değer görmediğim abuk espriler ile dolduruyorlar gösteri ve programlarını. Mizahta benim bildiğim politik siyasi içerikler vardır. Gırgır, Limon, Leman okuyanlar en azından bilir.

Soruyorum size hangi gazeteyi okuyorsunuz? Şöyle arkanıza yaslanıp bir Pazar günü içinde kaybolup da sizi sürükleyerek okutan bir gazete var mı hayatımızda?

Televizyon. Ona girmek istemiyorum detaylıca. Bir kaçı hariç abuk sabuk hikayeli dizilerle avutulup uyutulmuyor muyuz?

Müzik. Ah şu mega starlarımız olmasa. Starlığı Rumeli’den öteye gidemeyen şarkıcılarımız. Avunun gençlik diyorlar bizde izin veriyoruz. Saçma sapan şarkı sözleriyle dolu yeni şarkılarımız müziğimizi allak bullak etmedi mi? Hal ortada zaten.

Sözüm kısaca şudur. Düşünmüyoruz ve sorgulamıyoruz epeyce zamandır. Durun ve şöyle düşünün bir kere.

Düşünmeyi ve sorgulamayı unutmadık mı?

Kürşat Ural

"bırak yaşamına şiir girsin"

12/04/2007

Durdurulsun Bu Savaş



Analar ağıt döküyor. Babaların yürekleri ağlıyor. Kardeşler uzaklara bakıyor. Bu kan durmuyor, bu acı, bu keder bitmiyor. Bitmeyecek gibi görünüyor.



Doğumuz, orta doğu ile ortak kaderi paylaşırcasına sesimizi duyuyor musunuz diye sesleniyor bize?



Duyun bu feryadı. Televizyonlarda acılı bakışlarla gözlerini sana bana dikmiş o gözleri kim unutabilir ki. Yıllarca önce Irakta tankların füzelerin silahların ortasında uçurtmasını uçuran o çocuğun görüntülerini unutabildiniz mi? Aslında silahların oradaki gölgesi hala devam ediyor.



Hem de bu gölge büyüyerek yayılıyor farklı coğrafyalara.

Kürşat Ural

"bırak yaşamına şiir girsin"

Sinir Oluyorum!







Sinir oluyorum.



Dayanamadım ve kendimi zor tuttum.Ve yazmaya karar verdim.Bu yazım araya bonus olarak girdi kusura bakmayın.



Yahu , şu tanga ile ilgili sanırım mayo firmaları reklam filmi yapsalardı bu kadar etkili olmazdı herhalde.



Yaz aylarında tatil yörelerinde tanga giyenlerin sayısı hızla artıyormuş. Duydunuz mu?



Tangayla kalkıyoruz, tangayla yatıyoruz.



Artık her şeyi unuttuk, Sibel Can tanga giymiş sonra arkasından diğerleri nasıl giymiş,ben giymem asla. Aslında bilinçli yapılmışta. Falanda filan.



Ya yapmayın. Yeter yahu. Ne saçmalıktır.



Bu kadarda küçültmeyin kendinizi. Buna birde roportaj vermezler mi?



Aslında artık karar verdim buna. Şarkıcılar oyuncu, magazincilerde yönetmen senarist. Alıp yürüyorlar bu yolda elele.



Kurgu yapılıyor, senaryo yazılıyor, ve motoooor. Çekimler başlıyor.



Tanga!çekim bir sahne . Haydi bakalım. Kolay gelsin efendim.



Yeter artık bu magazin kirletmişliği!





Başka bir konuya değineceğim. Sinir olduğum bu konuyu anlattıktan sonra şimdide programını çok beğendiğim Sevim Gözay hanıma teşekkür etmek istiyorum.



Müthiş ya.Yaz kitapları başlığında kitaplara yer vermiş programında.



Benimde dahil olduğum , kitap okumayan bireylerin oluşturduğu bir topluma sen kalk programında tek tek kitap ve yayınevlerini tanıt.Kim izler ki? Ama eminim ki yinede insanlar izlemiştir. Umuyorum. Teşekkürler Sevim hanım.




Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Kendini bilen birisi miyiz?








Düşündüm ve en sonunda karar verdim. Bugün sizlerle paylaşacağım konu ilişkiler.



Aslında hepimiz kendimizi biliriz, tanırız yettiğince.Değil mi?



Akademik anlamda toplum bilimcilerimiz bireylerin kendini tanımadığını, ifade edemediğini, ve kendilerini zaman içinde var edemediğini bu konularda zayıflıkları olan gruplar oluşturduğunu söylerler hep.



Aslında bu konuda somut kararlar vermek ne kadar doğru?Ben de bilmiyorum açıkçası.



‘Bana soracak olursan benden iyi beni tanıyacak bilecek kim olabilir?’Bu soruyu defalarca söylemişizdir etrafımızda yada kendimize.



Her zaman kendimizi çok iyi tanıdığımızı bizi bizden iyi tanıyacak birisinin olamayacağını ya da iyi tanıdığı yargılarını belirtenlere karşı bazı zamanlar hiç de iyimser bir davranış sergilemediğimiz doğrudur değimli?



Şunu sakın unutmayın ki burada anlattıklarımdan genel yargılar çıkartmaya çalıştığımı düşünmeyin lütfen. Böyle bir niyetim yok kesinlikle.



Bazen kendimizle ilgili çevremizde ki insanların yargılarını görmezden gelebiliriz.Bu; uzun yıllardır hayatı paylaştığımız arkadaşımız,dostumuz sevgili yada hayat arkadaşımız olabilir.



Yaşamımıınz hızla ilerlediği süreçte bence kendi iç evrenimizi,kişiliğimizi,davranışlarımızı hayatı paylaştığımız insanların yargılamasına,eleştirmesine,bazı saptamalarda bulunmasına izin vermeliyiz.Ancak savunma mekanizmamızı devreden çıkartmadan gerek gördüğümüz müdahaleleri yapmayı da çekinmeden işletmeli bu evreyi.



Ne yapmalıyız?



Öncelikle bize karşı eleştirilere açık olmalıyız.Ayrıca öz eleştiri de yapmalıyız kendimizle ilgili.Bunlara kapalı bir evrendeysek hemen terk edelim derim ben size bu evreni.



Önce kendimle başlayayım.



Ben bu konularda kişiliğim gereği hep mesafeli olmuşumdur.Hatta bazen çok tepkisel davranışlar bile sergilemişimdir.Ancak zamanla bu konularda daha esnek olmaya başladım.Bu konuda ‘solgun bakışlı ürkekliğimin’ benim üzerimde etkisi çok büyüktür.Bunu da söylemeden edemeyeceğim.Artık o eskiden olan ani tepkiler, kapalılıklar yok denecek kadar az.Azaldı diyebilirim.Eski arkadaşlarım öyle diyorlar.Demek ki doğru ve güzele gidiş galiba.



Neyse devam edelim.



*Devam edecek






Kürşat Ural




"bırak yaşamına şiir girsin"

Öne Çıkan Yayın

My Greatest Passions: Literature, Poetry, and Art

  A lthough I am passionate about literature, art, and poetry, my wife is the biggest passion in  my life. In 1994, after I published the st...