Showing posts with label Röportaj. Show all posts
Showing posts with label Röportaj. Show all posts

2/26/2008

Ressam Gülhan'la Söyleşi




Geçtiğimiz yılın Ekim ayında Ressam Gülhan ile sanatı, sanat anlayışı, kızı ve daha birçok konuda sohbet ettim. Bu keyifli sohbete sizleride bekliyoruz efendim.Buyurun livane sohbetlerimiz devam ediyor...


Kürşat Ural:Klasik olacak ancak ilk olarak resim çalışmalarınıza ne zaman başladınız? Bizi biraz bilgilendirir misiniz siz ve sanatınız hakkında? Çalışmalarınızı hangi sanat alanında tanımlıyor ve adlandırıyorsunuz? Heykel, resim, plastik sanatlar…

Gülhan: Klasik bir cevap olacak. Çocukluk zamanlarımdaydı. Kendimdeki yeteneği keşfedişimin yaşını hatırlamıyorum ama okul öncesiydi, çöpten adamlar çizdiğimiz dönemdi, arkadaşlarım boyun yapamıyorlardı çöpten adamlara. Ben çöpten adamlarıma boyun yapıyordum, omuz yapıyordum ve kendimle gurur duyuyordum, bunu çok iyi hatırlıyorum.



İlk sergilenen resmim ise ilkokula başladığım ilk gün kitap okuyan bir kız çizmiştim ve hemen panoya asılmıştı, bütün okul da gelip resme bakıp konuşmuşlardı. O gün resmimin gördüğü ilgiden aldığım keyfi unutamam. Resmimi kitleye sunma ve paylaşma isteğinin temelinde bunun yattığını düşünüyorum, dışavurumcu kişiliğim de buradan geliyor sanırım.

Tuval üzerinde ilk yağlıboya çalışmam; Bolu Kız Öğretmen Lisesinde 1981’de canlı modelden yaptığım bir portreydi. İkindi vaktinin belli bir saatinde aynı sıranın üzerine oturtarak modelimi alırdım karşıma ve çalışırdım. O portreyi yapış amacım yani derdim kızın gözlerindeki ışığı yakalamaktı.

Ciddi anlamda çalışmalarım başlangıcı ise; 1991 yılında o zamanki HIBIR dergisi sahibi ve çizeri Ergün Gündüz’ün siyah beyaz yağlıboya portresini yapmıştım. Onun yönlendirmeleri önemli basamaktır benim için, Ergün Gündüz profesyonel anlamda bir yola teşvik etti beni, hayatımda resmin çok önemli olduğunu fark ettim ve çalışmalarım daha ciddi olarak gelişti. 1991’de Sakarya Güzel Sanatlar Galerisi atölyesinde resim derslerine katıldım. Bu dönem resimlerim daha çok bilinçaltı resimlerdi, sürrealizm ve sembolizm etkileri sürüyordu.



Şu anki Resmim hakkında bilgilendirmek adına söyleyeceklerim ise; Akrilik temelli karışık teknik çalışıyorum. Bakır üzerine asitle çalışıyorum. Pek çok malzemeyi kullanıyorum. Estetikle dokunulan malzemenin sanatsal değerlere sahip olabileceğini düşünüyorum. Işık önemli resimlerimde, her resmim mutlaka bir anlam taşır çıkış noktasında mutlaka bir düşünce vardır. Sonuçta resmim için söyleyeceğim beynimle üretip ellerimle şekillendirip ruhumla estetik katarım.

Çalışmalarımda heykele kaçış isteği olsa da renkten vazgeçemeyeceğimi anladığım için resim yapmaya devam edeceğim yani çalışmalarım plastik sanatlar alanında sürecek.


K.U:Çalışmalarınızı yaparken, daha doğrusu çalışma atölyenize girdiğinizde önceden planlar mısınız ne üzerine çalışacaksınız yoksa kendiliğinden ya da doğaçlama bir şekilde mi gelişir ortaya çıkaracağınız eser?

G: Resmimde tesadüfleri istemem, kendi bilinçaltımın oluşturduğu resimlerden dahi hoşlanmam, kontrolün daima kendimde olmasını isterim. Dışarıda pek çok şeyi kontrol edemeyiz ama resmimde her şey benimdir.
Bu nedenle resmim önce beynimde oluşur, üzerinde uzun süre düşünürüm oluşum tamamlandığında ona uygun tuval ve malzemeyi hazırlarım, gerisi daha çok bir işçilik ve boyacılık gibi gelir bana. Bazı oluşumlar gerçekle örtüşmekte problem yaşar; görsel-gerçek dünyaya uyum sağlamaları için o tür resimler üzerinde uzun süre çalışırım.


Ama resimleri hiçbir zaman oldu bittiye getirmem, her şeyi hazır da olsa sabırla uzun süreye yayarak resmi bitiririm. Bitirdiğim resimleri kapatmam, kolay kolay üzerlerinde tekrar çalışmam, doğrum da benimdir yanlışım da.

K.U:Sanat hayatınızda sizi en çok etkileyen sergi ya da etkinliğiniz hangisi olmuştur?

G: İzmir Resim Heykel Müzesinde 2005 yılındaki sergimde; Paradokslar ve Fibonacci sayıları üzerine yaptığım performans içindeki dokümanların izleyici tarafından ilgiyle, sabırla okunması ve izlenmesi amacıma ulaştığım için bana büyük bir haz vermiştir.


İstanbul Tünel’de; Tarik Zafer Tunaya Kültür Merkezi Sanat Galerisinde 18 Mart 2006’da, Çanakkale Şehitleri için yaptığım m²’ye 6 Şehit adlı sergideki düzenleme ve yerleştirdiğim performansla birlikte tüm resimlerin bütün ve tek bir resim gibi etki bırakmasını, izleyicinin salona girdiğinde kendini resmin içine hissetmesini sağlayabildiğimi düşünüyorum.

K.U:Sakarya da kendi atölyenizde çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Genelde İstanbul merkezi bilinir Kültür sanat faaliyetlerinin ve sanatçıların. Gerçi birçok sanatçı uzaklaşır büyük şehirlerin karmaşasından kalabalığından. Daha sakin olan yerlere yerleşirler. Doğaya daha yakın insana daha uzak. Sizinki de böyle bir tercih mi yoksa başka nedenler mi?

G: Ciddi anlamda çalışmalarıma Adapazarı’nda başlasam da 1993’de İzmir’e yerleşmiştim. İzmir sanat camiasının resmime çok şey kattığını söylemem lazım. Ama İzmir’de İstanbul’a çok uzak kalıyordum. Adapazarı’nda hayat daha kolay ve İstanbul’a yakın. İstanbul içinde yaşamak çok zor olsa da yinede İstanbul’u çok özlediğimden İstanbul içinde olmayı tercih ederdim. Yani doğayı değil karmaşayı istiyorum.

K.U:Şimdiye kadar birçok kişisel ya da karma sergileriniz oldu. Bunları ben biliyorum ancak bu söyleşinin daha çok sizi tanımayanların sizin hakkınızda bilgi edinmesini istediğim için bu sergilerinizden bahseder misiniz?

G: Dışavurumcu kişiliğim baskın olduğundan Resimlerimi sergilemeyi ve paylaşmayı seviyorum. İzmir, Adapazarı, Aydın, Balıkesir, İstanbul Selçuk, Kaş, Adana, Ankara şehirlerinde resimlerim sergilendi. Gelecek sergim de Kocaeli de olacak. Şu ana kadar 15 kişisel sergim oldu. 8’i yarışmalı pek çok sergiye katıldım.

K.U:Sanatçının ürününü ortaya koyduktan sonra bunu sanatsevere sunduğunda aldığı olumlu ya da olumsuz tepkiler ne kadar ilgilendirir sanatçıyı. Geri dönüşler önemlimidir sizce?



G: Akademik eğitim alamadığım için geri dönüşler benim deniz fenerlerim gibi, yolumu gösteriyorlar. Eğer yanlış yola saparsam uyarıyorlar, bu nedenle övgülerden çok eleştiriler almayı tercih ederim. Aldığım eleştiri ve övgüleri kendi mantığımla birleştirip yoluma devam ederim.

K.U:Sizin bir kızınız var. Hep sorarlar ya bende soracağım. Onunda sizinle aynı sanatla uğraşması konusunda çabalarınız oldu mu? Yönlendirme gibi.

G:17 yaşında bir kızım var. Yeteneklerini keşfedip yönlendirmeye çalıştık, Bale yaptı çocukluğunda hatta konservatuarda bale ve müzik bölümlerinde .
okudu. Ama sonra istemedi. Resmi iyi olmasına rağmen resme pek yönelmedi bende zorlamadım. Ama şu an yine sanat alanına döndü, üniversite eğitimini görsel iletişim tasarım alanından seçti ve Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarım bölümünde öğrenci


K.U:Sanatçı ve toplum arasındaki ilişki sizin ve sosyal çevrenizi göz önüne alarak öğrenmek istiyorum nasıl olmalı? Sosyal çevre sanatsal üretimlere güç mü verir? Yoksa o yedek güç olmadan da kişi kendi iç dünyasının gücüyle, varsayımlarıyla da dünyanın yaratılmamış eserlerini ortaya koyabilir mi?

G: Toplum içinde izleyici konumunda olmak hoşuma gidiyor, kalabalıklar içinde yalnız olmayı severim özellikle. Toplum oldukça besleyicidir, ben doğadan değil de toplumdan, insandan, özellikle insan zekasından beslenip oradan malzemeler toplarım. Garip bakışlara tepkilere alışkınım ama resimlerimin oluşumunda çevreyi incelemek, malzeme toplamak ve resmimi yapabilmek için bana dokunmamalarını beni özgür bırakmalarını istiyorum çevremden.



K.U:Sanatınızla, şiiri, edebiyatı ya da şöyle sorayım sözcükleri daha doğru olur renk ahengiyle düşündüğünüz oldu mu hiç? Eserlerinizin bir anlatım ifadesi elbette üzerindeki renkler de, kullandığınız şekil verdiğiniz doğal madeni işleyişinizde var. Ancak onu anlatmaya sözcüklerin yardımına ihtiyaç duyduğunuzda şiir devreye girebilir mi? Bir kaç dize, ya da sözcük diyelim.

G: Uzun süre yazdım aslında edebiyat hep önemli olmuştur yaşamımda. Özellikle edebiyattaki sembolizm akımı ilk dönem resmimde etkilidir. Mesela Behçet Necatigil şiirleri bana inanılmaz derecede ilham verir, başka şiirlerde etkilemiştir; 3.şahsın şiirinin resmini yapmışımdır yıllar önce.

Müzikte de Mahler aynı şekilde ilham verir bana. Bach’ın müziğinin resimlerini daha fazla yapsam da Mahler çok daha farklı etkiler yaratı dünyamı. Nasıl anlatılır bilmiyorum ama onların şiirini okurken, müziğini dinlerken imgeler oluşuveriyor gözlerimin önünde gözlerim açıkken, bir anda cisimleniveriyorlar sanki.



Benim dünyam renklerden oluşmuş sözcüklerden değil. Şiir hiç yazmadım yazmayı da düşünmüyorum. Ama resmimi anlatırken düz metinler şiirsel bir dilde olur bazen.

Teşekkürler.

Gülhanın çalışmalarına aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:

http://www.gulhan.net

Ekim 2007
Kürşat Ural
Livane Kültür

2/21/2008

İstanbul Ressamı Serdar Samancıoğlu İle Söyleşi



Ressam ağabeyim diyeceğim, çünkü kendisiyle yeni tanışmama rağmen kısa zamanda çok sağlam bir ağabey-kardeş ilişkisi kurduk karşılıklı. Onun samimiyetine, insancıllığına inancımla yapmış olduğumuz keyifli sohbete davet ediyorum sizleri.





Kürşat Ural-
Resim çalışmalarınıza ne zaman başladınız? Bizi biraz bilgilendirir misiniz siz ve sanatınız hakkında?

Serdar Samancıoğlu-Resim yeteneğimi 9 yaşlarında keşfettim.12 yaşlarımda yöremde film resimli büyük bez afişleri ve tabela, reklam, grafik işleri yapan bir ustanın resim çalışmalarından çok etkilenerek kopya resim yapmaya başladım. Daha sonraki yıllarda sürekli tabiattan desenler figürler portreler yapmaya çalışarak, özgün resim yapma yolunda ilerledim. Maalesef ki bu yolda bir hoca veya ustayla çalışma ve ondan feyiz alma şansım olmadı.



K.U. Sanat hayatınızda sizi en çok etkileyen sergi ya da etkinliğiniz hangisi olmuştur?

S.S.1985 yılında ilk kişisel sergimi,Eminönü belediyesinin etkinliği dahilinde davet üzerine Sultanahmet meydanında bir açık hava sergisi açmıştım.Şimdi rahmetli olan dostum T.T.O.K başkanı Çelik Gülersoy Sergimi ziyaret etmiş ve bu sergiyi burada açmamı nüzul olarak değerlendirmişti..Bu olayda beni çok etkilemiştir.



K.U. İstanbul da kendi atölyenizde çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Atölye bir sanatçı için nasıl bir yerdir. Özellikle ressam için Atölye ne anlam taşır bize bahseder misiniz?



S.S.Atölye benim için yapıtlarıma konsantre olabileceğim bir sığınak hatta bir mabet niteliğini taşır.



K.U. Şimdiye kadar birçok kişisel ya da karma sergileriniz oldu. Bunları ben biliyorum ancak bu söyleşinin daha çok sizi tanımayanların sizin hakkınızda bilgi edinmesini istediğim için bu sergilerinizden bahseder misiniz?

S.S.Bugüne kadar sanırım 15,16 kişisel sergi açtım ve birçok karma sergiye katıldım. Bu sergilerimi ziyaret eden toplumun değişik kesimlerinden, değerli insanlardan genellikle olumlu eleştiriler aldım. Son sergilerim genelde Retrospektif özelliğini almaya başladı çünkü seksenli ve doksanlı yıllarda yaptığım resimlerimi şimdilerde sergilemem söz konusu oluyor...



K.U.Resimlerinizde çoğunlukla İstanbul var. Hani denir ya edebiyatçılar arasında İstanbul şairi diye. Size de İstanbul ressamı diyebilir miyiz?

S.S.Genç yaşlarda duyduğum bir düşünürün (belli sınırlar içinde kalan başarıya ulaşır)sözü beni çok etkilemiştir. Bende bilhassa seksenli yıllardan itibaren daha hızlı değişen yitip giden yanan yıkılan ve çehresi değişen İstanbul’un bir görev bilinciyle mimari tarihi doğal ve kültürel dokusunu tuallere aktarmaya başladım. Ve genelde bugüne kadar bununla sınırlı kaldım.




K.U.Sizi İstanbul’u resimlemeye iten İstanbul’un gizli yüzümü yoksa gerçek yüzümü?

İstanbul da isimli şiirimde “Yalnızlığın içinde İstanbul” dizem aklıma geldi. Artık ülke nüfusuna sahip bir şehrin kalabalığı içindeki kendi yalnızlığımız mı sizi çeken. Yoksa İstanbul’un sizde farklı bir anlamı mı var?

S.S.Sanırım gizli yüzünü objektif değerlerle vermek oldukça güç ancak farklı soyutlarla denenmesi gerektiğine inanıyorum. Beni çeken gizemli sükunetin ve gizemli saadetin var olduğuna inandığım ve yalnızlığımızı paylaştığım köşeleriyle İstanbul.

K.U.Sanatçı ve toplum arasındaki ilişki sizin ve sosyal çevrenizi göz önüne alarak öğrenmek istiyorum nasıl olmalı?

S.S.Bana göre sanatçı toplumdan kopuk olmamalı. Sanatçı bir ağacın kuvvetli bir dalına tırmandığında bir elini aşağıya uzatıp diğer elleri kavrayıp onları yanı başına çekebilmelidir.



K.U.Sosyal çevreniz sizin resimlerinize güç verdi mi? Dünyanın bütün keşfedilmiş ya da keşfedilmemiş renklerini ortaya koyarak dünyanın yaratılmamış eserlerini yaratabilir mi bir ressam?


S.S.Tek kelimeyle "kısmen" diyebilirim. Akademik çalışmalarımın amacıda o zaten.

K.U.Sanatınızla, şiiri, edebiyatı ya da şöyle sorayım sözcükleri daha doğru olur renk ahengiyle düşündüğünüz oldu mu hiç? Bu soruyu başka bir ressam kişiye de sormuştum. Size de sormak istiyorum. Çünkü sizin sanatın birçok alanıyla özellikle şiirle ilgilendiğinizi biliyorum. Eserlerinizin bir anlatım ifadesi elbette üzerindeki renkler de. Ancak onu anlatmaya sözcüklerin yardımına ihtiyaç duyduğunuzda şiir devreye girebilir mi? Bir kaç dize, ya da sözcük diyelim.

S.S.Her ne kadar resmin dili evrensel olup, edebiyatla anlatılmaya gerek duyulmayacağı düşünülse de sanat tarihine mal olmuş sayısız yapıt edebi anlatıma dayandırılmıştır.(bu bir paradokstur)zaten güzel sanatların dört ana biliminin birbirleriyle çok sıkı ve kopmaz bağları vardır. Dolayısıyla bir bakıma sözcüklerin bittiği yerde resim resmin durduğu yerde edebiyat yani sözcükler başlayabilir. Dolayısıyla her resim bir şiir her şiirde bir resim olmalıdır.



Özellikle ben çok iyi şiir okuduğunuzu biliyorum. Sesinizin o güzel ahengiyle okurlarımızın sizden şiir dinlemeleri için bir sürprizimiz olacak.

Teşekkürler.


İSTANBULA DAİR


Mavi rüyalarımda ulu kubbeler
Kubbelerin altında
Hayali ömre bedel
Mor tepeler
Bulutlara kucak açmış
Ak minareler
Asırlık çınarların gözyaşlarıyla
Seyrelmede yeşillikler
Ahşabın mimarisinde hüzün
Meydanları dolduran
Dev gövdelerinde
Milyon dolarlar barındıran
Betonarme gökdelenler
Ağlama mavi gözlüm
Sevdanı zulme çevirenlere
Yosun kokulu
Bahar esintilerinle cevap ver
Çocuksu gözlerle gördüğüm
Kar taneciklerinde izini sürdüğüm
İSTANBULUM
BAHAR GÜLÜM
YÜREĞİMDEKİ SÜRGÜN!...

Serdar SAMANCIOĞLU

http://www.youtube.com/results?search_query=serdar+samancioglu&search_type=

Yukarıdaki adresten, Nazım Hikmetin şiirlerini ressam ağabeyim Serdar Samancıoğlu'nun sesinden dinleyebilir ve izleyebilirsiniz.

10/19/2007

Güven İslamoğlu İle Söyleşimiz




Güven İslamoğlu ile geçen Nisan ayında yaptığımız röportajı nihayet bazı sorunlardan dolayı şimdi yayınlıyoruz. Kendisinden özür diliyorum. Ancak çok hoş sohbetli bir söyleşi yaptık. Hepinizi bu güzel ve zevkli geçen sohbete davet ediyorum.


Güven İslamoğlu‘nun programını ilk izlediğimde “ anam,bacım,teyzem diye dolaşmayan birine rastladım sonunda ” diye şükretmiştim… Birilerine yaranmaya çalışmadan hatta kızdırmayı göze alarak ciddi ciddi bir şeylerin altını çizmeye çalışan ve bunları yaparken de “ ben,ben,ben var ya süperim, harikayım” diye de kendini ortalara atmayan bir adamdan bahsediyorum….

Karşılaştığımız zamanda bu düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu gördüğüm hatta biz dillendirmesek bunların hiç birini söylemeyecek bir adamdan.
İşini yaparken ahlaklı olmak gibi bir derdi olan insanların hala var olduğunu gösterip yüreğimize su serpen bir adamdan…



Serbaz: TRT kökenlisiniz… Oradan getirdiğiniz alışkanlıklarınız programı nasıl etkiliyor?

Güven İslamoğlu:İnsanlar metine dayalı programlardan çok hoşlanmıyor. Biraz yaşamak istiyor… Yaşamak istediği şeyleri de ona yaşatacak biri lazım. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Ağrı dağının zirvesine çıkarken anons yapacaksam o anonsu dinlenmeden yapıyorum. Ben o anonsu yarım saat dinlendikten sonrada yapabilirim ama 5173 metrede oksijensiz kaldığınızı, nefes alırken nasıl zorlandığınızı insanlara anlatmanız gerekir. Yoksa orda olmanızın fazla bir anlamı yok. Ben kendim için değil izleyici için ordayım bunun onu da yaşaması lazım.

Serbaz:Programınızda süreci de sizinle beraber yaşıyoruz bence en önemli farkı bu…

Güven İslamoğlu:Bazen çok ters bir şey oluyor ve kameraman çekemiyor ve “abi yeniden çekeriz diyor” çok sinirleniyorum .Çünkü yeniden aynı şeyi yaşayamam ki…

Mesela tam buzuldan geçerken kayıp düştüm. Kameraman arkadaşım bana yardım etmek istedi ve o esnada çekim yapamamış “yeniden düşersin “ dedi. Tamam ama aynı şekilde düşülmez ki.

Serbaz:Genelde Anadolu’daki insanların hayatını haber konusu yapıyorsunuz. Şehirli insanların haberini yapmayı tercih etmiyor musunuz ?

Güven İslamoğlu:Son yaptığım on haberin sadece üç tanesi Anadolu’dan geri kalan hep şehir hikayesi.

Aslında şehir hikayesi ama herkes Anadolu sanıyor.Çünkü herkesin mutlaka Anadolu ile bir bağlantısı var. Tuncelili bir tekstilci kadının hikayesini yaptım. İstanbul’da yaşıyor. Ama hikaye Tunceli’den başlıyor. Hikayesinde göç var, terör var, işsizlik var, başarı var,umut ve umutsuzluk var.

İstanbul’da bir deri tüccarının hikayesini ekrana getirdik.Onun hikayesi de Elazığ’da başlıyor. Kan davası, kan davsından kaçış, açlık günleri, çocuk esirgeme kurumunda geçen 2 yıl, annesinden kaçış, İstanbul’a gidiş, bir yahudinin yanına işe girmesiyle değişen bir hayat.

Yakında doksan beş yaşında yetmiş üç yıldır evli bir çiftin hikayesini yapacağız. İstanbul’da yaşıyorlar ama asıl hikaye Kemah’ta... Babasının bir gün eve Ermeni bir çocuk getirmesi ile başlayan hikaye İstanbul’a kadar uzanıyor. Bu hikayede tarihi bir derinlik var.Programı yapmak için tarihte bir yolculuk yaptık. Ermeni-Kürt isyanlarını inceledik. Ailenin anlattıkları ile tarihi gerçekleri karşılaştırdık. Bu hikayeyi İstanbul’da çektik ama hikaye Kemah’ta geçiyor. Zaten İstanbul’u Anadolu’dan soyutlamak çok zor. İstanbul Anadolu zaten…

Ünlü bir tavuk firmasının sahibinin hikâyesini yaptık. Aslında Kuş Gribi nedeniyle tavukçuluk sektörüne destek olmak istemiştik. Bu kişi Liseyi İstanbul’da okumuş, eğitimini yurtdışında tamamlayıp, babasının kurduğu işin başına geçen biriydi. Hikaye o kadar. Ne göç var ne terör ne işsizlik ne de umutsuzluk… .Sorunsuz geçen bir hayat. Bu hikayeyi yaparken biraz zorlandık.

Serbaz:İstanbul’da da bir çok hikaye var… Öyle insanlar var ki; kendi hikayesi şehrin hikayesine karışmış ama ne kendi ne de başkaları bunun farkında.



Güven İslamoğlu:Herkesin bir hikayesi var. Ama insanlar farkında değil. Biz farkındalığı arttırmaya çalışıyoruz. İnsanların elinde tarihi aydınlatacak belgeler var, bir köşede duruyor. En azından bizim programı izledikten sonra “ya bende de bir şeyler olacak” diye araştırmaya başlaması bizim için yeterli.

Bizim zorluğumuz zaten bu hikayelere ulaşamamak. Bu konuda çok zorlanıyoruz. Bunu nasıl aşacağız bilemiyorum o da izlenmeyle ya da insanların cesaretiyle alakalı bir şey…

Bir ara insanlar sms ile hikâyelerini gönderiyordu. Ancak umutsuzluk hikâyeleri çoğalmaya başlayınca kestik. Biz umut vadeden hikâyeler arıyoruz.

Serbaz:Peki hikayelere nasıl ulaşıyorsunuz?


Güven İslamoğlu: Sağdan-soldan, sohbet ederken çıkıyor. Genellikle çevremdeki arkadaşlarımdan geliyor; biri telefon açıyor “ benim bir ahbabım var, şöyle bir hikayesi var bakar mısın” diyor ya da gazetelerden köşede-bucakta buluyorum. Son zamanlarda insanlar internet yolu ile hikâyelerini göndermeye başladı. Bazen onların arasından seçiyorum. İnsanları fazla sıkmamaya çalışıyorum. Bir hafta insan hikâyesi yapmışsam bir sonraki hafta mutlaka doğayla ilgili bir şey yapıyorum. Konuları çeşitlendirmeye çalışıyorum. Örneğin bu haftalarda seçim konusuna ağırlık verdim.

Serbaz:Hikayenin güzel olması yeterli mi? Haber konusu olması için başka kriterler gerekiyor mu?

Güven İslamoğlu: Hikayenin görselliği çok önemli, zihnimde canlanmalı. Eğer zihnimde canlandıramıyorsam o hikâyeyi yapmıyorum. Bir fotoğraftan hikâye çıkarabilirim. Bazen binlerce fotoğraf oluyor ama hikâyeyi kafamda canlandıramıyorum o zaman yapmaktan vazgeçiyorum.

Özellikle başarı hikâyelerine öncelik veriyorum. Bu bir inşaat işçisinin başarısı da olabilir, bir iş adamının başarısı da. Başarının derecesi değil niteliği önemli. Topluma vereceği mesaj önemli… İhtiyacı olmadığı için evinde ahşap eşyası olmayan marangoz gibi. Bugün insanlar modaya göre eşya değiştirirken bu marangozun evinde sandalye bile yok. Yerde oturuyor. Çünkü hiç ihtiyacı olmamış. İyi bir aile babası, dürüst, hayatı özümsemiş bir insan.

Ya da belden aşağısı felç olmuş bir diş doktorunun hayata tutunma çabası. Onu izlerken yazık demiyorsunuz, karşınızda onurlu fiziksel olarak değil ama manevi olarak dimdik duran bir insan görüyorsunuz. Bu çok önemli. Binlerce özürlü insan var. Onların da umuda ihtiyacı var. Onlar için en iyi örnekleri ekrana getirmeye çalışıyoruz.

Serbaz:Tekrarlarını yakalamak da çok zor ama tekrarların bile çok izlendiğini duyuyoruz…



Güven İslamoğlu: Bu ara çok tekrar oluyor aslında, ama bazen Çarşamba-Perşembeye de konuluyor seyirci de şaşırıyor; bunun yayın saati hangisi diye, maç oluyor ve yayın saati değişebiliyor bazen.

Cumartesi akşamı yarışmaların karşısında bile bizim izlenme oranımız iyi diyorum. Mesela “Konya ovası” çok izlenmiş onu çözemedim ben. İnternette en fazla tıklanan haber o olmuş. İnsanlarımız çevreye daha mı duyarlı, Konyalılar daha mı dikkatli onu bilemiyorum. Konya dan bir haber daha yapmak lazım.

Serbaz:Çevreye duyarlısınız ve bunları haber konusu yapıyorsunuz, hatta programlarınızın bir çoğu belgesel diye nitelendiriliyor.

Güven İslamoğlu:Isparta Üniversitesi’nden “Ekoloji çevre ödülü “ aldık. Çağdaş gazeteciler derneği de “En iyi belgesel “ ödülünü layık gördü... Geçen sene Televizyon gazetecileri derneği “en iyi şov programı” ödülünü verdi. Biz insan hikayelerini belgesel tadında ekrana getirmeye çalışıyoruz. Sanırım bunu başardık.

Mesela 95 yaşında bir teyzenin hikâyesini yapacağız. Teyzenin kardeşi ermeniymiş. Babası bir gün eve bu çocukla gelmiş. Çocuğu Kemah’ta meydanda tek başına dolaşırken bulmuş. Teyze kardeşinin ermeni olduğunu düşünüyordu. Ancak tarihsel araştırma yaptığımızda bunun gerçeğe uzak olduğunu gördük. Çünkü çocuğun eve gelişi ile 1914–1916 yılları arasında yaşanan Ermeni olayları birbirini tutmuyordu. O dönemde kimsesiz kalan ermeni çocuklar Türk ailelere verilmiş. Ama tarihler tutmadı. Sonucunda biz bu programı yaparken tarihsel gerçekleri de ön plana çıkararak belgesel tadında bir şey yaptık.


Serbaz:Aslında belgesel yapıyoruz diye bir iddianız da yok ama ödüller veriliyor…



Güven İslamoğlu: Bir çok ödül aldık. Hepsi birbirinden değerli. Sanırım insanlar medyadaki bu kirlenmeden sonra düzgün bir şeyler seyretmenin tadını yaşıyor. Reyting kaygımız yok bu nedenle rahatız. Çok fazla izlenmek gibi bir kaygımız yok ama nitelikli olma gibi bir kaygımız var. Kaliteyi düşürmemek için elimizden geleni yapıyoruz. İzlendikçe sorumluluğumuz da artmaya başladı. Bir misyonu üstlendik gidiyoruz. Nerde son bulur bilemiyorum… Ödüller doğru yolda olduğumuzu gösteriyor bu nedenle önemli.

Serbaz:Daha büyük projeler var mı peki belgesel anlamında?

Güven İslamoğlu: Aslında projeler var… Büyük prodüksiyonlar yapmak istiyorum ama zamanı değil.

Kürşat:Turizm deyince aklımıza sadece tatil satmak geliyor, siz daha iyi bilirsiniz ülkemizde gezilip görülmeye değer muhteşem yerler var. Bunları tanıtamadığımız gibi kıymetini bilmiyor ve dahası korumayı da başaramıyoruz galiba. Bu tarafından baktığınızda mesela Karadeniz otobanını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Güven İslamoğlu: Buna şöyle bakılabilir mesela, son Antalya işini yaptığımızda bir antik şehir dinamitlenmişti… Oradaki adamlara sorduğunuz zaman “ hangi birini koruyacağız ki” cevabını alıyorsunuz. Lahitleri koruyamıyoruz, Antik kentleri koruyamıyoruz… Karadeniz‘e dağların tepesine çıkıyoruz bir bakıyoruz öbek öbek İsrailli gruplar gelmişler kamp yapıyor adamlar keşfetmişler orayı. Ama bir bakıyorsun bir tane vali çıkıp diyor ki “ bu adamları buradan temizlemek lazım”. Bu tamamen o kültürle alakalı bir şey; oradaki insanın özümsemesi lazım. Oradaki insanları eğitmeniz lazım. Pansiyonlara gittiğiniz zaman hala temiz bir çarşaf bulamıyorsunuz, oradaki insanları teşvik etseniz de kısa vadeli bakıyorlar. Bu işler uzun vadeli olmalı, uzun vade de devlet politikası gerektirir. Ama başka işler var herhalde oralara bakamıyorlar “ her yer cennet hangi birine el atıcaz “ diyorlar.

Yıllarca bu otoyol yapılmasın diye çaba sarf ettik ama maalesef o otoyol açıldı.

Ben oralara gittim çok haber yaptım, benim haber yaptığım avukatlardan bir tanesi öldürüldü. Geçenlerde Sayın Güngör Uras’ın bir yazısını okudum Karadeniz Otoyolu’nun öneminden ve ne derce başarılı bir iş yapıldığından bahsetmiş. Ama siz o kumsalları görmediniz ki, görseniz o kumsalların ne hale geldiğini anlardınız; uçsuz bucaksız beş yüz otuz iki kilometre yol yapmışlar o yolun en az iki yüz-üç yüz kilometresi kumsaldı, belki çakıldı ama muhteşem bir manzaraydı siz bunu mahvettiniz ve yakında Karadeniz onu tekrar içeri alacak. Ben oranın çocuğuyum üç-dört metre dalgaları gördüm… Gene içeri alacak! zaten almaya da başladı. Siz dağdaki yeşili aldınız kırdınız, döktünüz, dinamitlediniz getirdiniz doldurdunuz.




Serbaz: Bu Devletin yok etmesi…

Güven İslamoğlu: Hayır bu halkın yok etmesi bu Karadeniz’in yok etmesi. Mesela gidin Karadenizliye yüz tanesine sorun sekseni otoyol ister çünkü adam bıkmış artık o yollarda gidip gelmekten, onun için deniz‘in sahil’in önemi yok. E haklı da; o otoyol istiyor, halkın önceliği orda “otoyol”. Fırtına deresinde Hidroelektrik santral yapacaklar kıyamet koptu “ Fırtına deresinin suyunu alamazsınız” diye, oradaki adamın elektriğe ihtiyacı var. Ne yaparsan yap o adamı engelleyemezsin. O adama elektriği verirsen, kazaları engellersen, oradaki insanlara iş imkanı sağlarsan, adam rahat ederse o zaman otoyolu da korur, dağı da korur her yeri korur. Vermezsen gidecek kazacak bir yerleri altın arayacak.


Kürşat: Biz o kültürel değerlere sahip çıkamıyoruz kendi mirasımız olarak görmüyoruz galiba…

Güven İslamoğlu: Bir kere tarih kitaplarının değişmesi lazım; bu ülkede Romalılar, Likyalılar, Helenler, Truvalılar yaşamış… Gelen buradaki ile beraber yaşamış… Ortak bir kültür oluşturmuş… Daha sonra gelenlerde bu kültüre artı eksi katkılar yapmış. Hala Kafkasya’dan geldik imajı sürüyor. Bu topraklar bizim… Nerden geldiğimiz önemli değil. Önemli olan Anadolu’nun bizim olduğu. Devamlı bir yerden geldiğimizi ima edersek bu toprakların gerçek sahibi olmadığımızı da ima etmiş oluruz… Bu topraklar her şeyi ile bizim… Bu nedenle Roma’ya da, Likya’ya da, Truva’ya da sahip çıkmalıyız.

Kürşat: Konya ovasındaki programınızda, oranın yerli halkı üzerinde eski yazılar bulunan ve tarihi eser olan bir taşı evinin inşasında kullanmış ya da koymuş üzerine oturuyor.

Güven İslamoğlu: Arapça yazsa koymaz ama korkar yıkamaz… O yüzden Tarih kitapları değişmeli, Likyalıya sahip çıkmalı, Truvalıya sahip çıkmalı… Ben Truva filmini seyrettiğim zaman üzüldüm, Truva’yı bizden bir şey olarak düşündüm Anadolu kültürü olarak düşündüm, e tarih kitaplarında sadece Türkleri 1020’ler, 1040’lara kadar dayandırırsanız Anadolu’nun geçmişini ve tarihini, insanlar ondan sonrasına bakar geri kalanına bakmıyor ki… Biz programda da anlatmaya çalıştık; O Lahitler o insanların onuru. O yüzden o kadar kabartmalı o kadar güzel yapmışlar. Üzerinde Arapça yazsa yıkmazlar. Bu yüzden değişim Tarih kitaplarından başlamalı diyorum.


Kürşat: Bir mesaj kaygınız var o halde programlarınızda.

Güven İslamoğlu: Tabiî ki hepsinde mesaj kaygısı var… Geri gelmeyecek bazı şeyler var; Tarih ve doğa bunlardan iki tanesi. Mümkün olduğu kadar bunu anlatmaya çalışıyoruz, iki kişi bile anlasa benim için yeterli.

Böyle haberleri çok yapıyoruz; orası dinamitlendi, burası yıkıldı ama sonuç alamıyorsun ki… Bundan on beş sene önce yüzlerce sağlık haberi yaptım, sağlık skandalları yaptım. Ama on beş yıl önceyle bugünkü Türkiye arasında bir fark yok; hala gir hastanelere aynı görüntüleri çekebilirsin.

Serbaz: Çok güçlü bir hafızamız yok milletçe… Çok büyük bir deprem faciası yaşadık ama nerdeyse onu bile unuttuk. Hatta bunu hatırlatacak haberleri ve uyarıları dinlemekten de pek hoşnut değiliz. Bu sadece kaderci olmakla açıklanamaz herhalde…

Güven İslamoğlu: Aslında “ her yerde bir haber var” konseptine pek uymuyor ama biraz çarpıcı hale getirelim dedik ve bu şehirde ilk yıkılacak evde kim oturuyor ve o adam şu anda ne yapıyor diye araştırma yaptık ve gittik o adamı bulduk… O kadar çarpıcı ki; adamın parası-pulu var evini yıkamıyor çünkü turizm alanı yapmışlar ve diyorlar ki “ yıkarsan turistik yer yapacağız”.

Bir pilot var evini yıkmak istemiş, alt kattaki komşusu demiş ki “ ben bu seramikleri yeni yaptırdım, kırdırmam”…

Türkiye böyle bir Ülke… Gidiyorsun adama diyorsun ki;” kardeşim bek elimde belge var ( Zeytinburnu, Sümer mahallesi yaklaşık iki bin’e yakın ev yıkılması muhtemel) “ “ ben çıkmam bu evden” diyor… Neden? “ Ben bu evden çıkarsam yıkıp yerine turizm merkezi yapacaklar, çok değerlenecek”. Evi şimdi satsa yirmi milyar edecek ama yıkılırsa iki yüz milyar edecek, ölürümde çıkmam diyor. “Şimdi n’aparsınız da bu adamı ikna edersiniz?” Buna çözüm bulamazsınız ki… Ne yerel yöneticiler ne başka biri çözüm bulamaz. O yüzden bizde de umutsuzluk başladı bir şey değişmiyor çünkü…

Kürşat: Su sorununa da değindiniz dikkati çekmeye çalıştınız bu sene bayağı sıkıntı çekeceğiz galiba?


Güven İslamoğlu: Biz yapıyoruz bu haberleri, birileri çıkıp açıklama yapıyor “dolacak, dolacak” diye. O anlattıkları barajlarda biz yürüdük ama… Allah’a kalmış bir şey artık.

Yağarsa problem yok ama ya yağmazsa!

Doksanda yağmadı Terkos gölünden tanklar geçti. Hatta yağmadığı için yolu şaşıran bir tank çamura saplandı kaldı, göl kalmadı çünkü.

Doksanda da şöyle bir şey vardı; Istıranca dereleri yoktu, Yeşilçay yoktu. Doksanda biz bir kriz yaşadıktan sonra Istıranca, Karadeniz’deki bütün dereleri Terkos’a aktarıyorlar, Yeşilçay’ı da aktarıyorlar bütün dereleri çevirdiler. O zaman nüfus sekiz milyondu, şimdi olduk on beş milyon. Şimdi desek ki; yağmadı biz başka yerden suyu alalım, yok ki yer kalmadı. Diyorlar ki; Bolu-Melen çayını alacağız, e Bolu da bitti n’apıcaz? Dicle’den mi getiricez? Bunun sonu yok ki… İstanbul vantuz gibi Türkiye’nin suyunu çekiyor.

Serbaz: TEMA vakfına da destek verdiniz programlarınızda. Orda toprağı korumanın dışında başka bir şey de var; insanlar toprakları yeniden kazanıp işledikleri ve gelir sağlamaya başladıkları zaman şehre de gelme ihtiyacı duymayacaklar… Oradaki insanları oldukları yerde tutabilirsek şehirlerin en büyük sorunu da halledilmiş olacak otomatikman…



Güven İslamoğlu: Biz her programda onu söylüyoruz… Zaten yerinde çözüm bulunursa o insanlar göç etmezler… Su olursa göç olmaz… Adam doğru tarım politikalarıyla doğru ürün yetiştirirse, kazanır ve kalır orda.


TEMA bir de şöyle güzel bir örnek verdi; insanlar kısa vadede bir şey almak istiyorlar.
Gittiğimiz köylerde TEMA’nın yaptığı hiç bir şey kalmamış. TEMA iyi bir misyon üstlenmiş ama halk anlamamış. Adama sera yapmış, kurumuş sera! Adama üzüm bağı yapmış, yanlış kesmiş bitmiş bağ “bana yenisini yapsın TEMA” diyor… Su kanalı yapmış çatlamış, hayvan almış, bakmamış hayvana… TEMA diyor ki ; ben bu kadar yatırım yaptım, bir daha para bulamam. Benim başladığım şeyi sizin devam ettirmeniz lazımdı.

Demiş ki; meralarınızı temizleyeceğim… Dikenden temizlemiş merayı, gübrelemiş ve arkasından; yarısını bu sene yarısını seneye kullanın diye açıklama yapmış… Biz gittik bütün mera kullanılmış.

“E niye böyle yaptınız diye sorduğunuzda? “ bize kısa vadede para lazım” cevabını alıyorsunuz…

Köylü sabırsız ve çalışkan değil. Baharda eksin, Ağustosta kaldırsın alsın parasını…
Yapanda var yapmayan da… Mesela gidin Karadeniz’e adam dimdik 30–35 derecelik eğime çay ekmiş çalışıyor. Çayı kesiyor, mısır ekiyor, mücadele ediyor. Karadeniz’de hiçbir şey yok! Çayda para getirmiyor; beşte birini kesiyorlar çayın. Karadeniz insanı güneydoğudan daha fakir.

Anadolu diye baktığınızda artık sefalet gelmesin aklımıza, oradaki insanlara bir şeyler yapması öğretilecek, çalışması öğretilecek, iki kere ürün alması öğretilecek.

Giresun’un fındığı var dünyaca meşhur fındık biz gidiyoruz Urfa’ya da fındık dikiyoruz. Kalitesiz fındığı Giresun’un fındığıyla karıştırıp satıyoruz dünyaya sonra Avrupa almıyor fındığı…




Adapazarı’nda fındığın ne alakası var!

Serbaz: Bunlar hep politika galiba devletin teşvikleri var çünkü…

Güven İslamoğlu: Zaten teşvik işi bozuyor. Devlet teşvik vermeyecek! Devlet rüşvet verdikçe gidiyor Adapazarı’na fındık dikiyor…

Teşvik nasıl olur; diyeceksin ki buraya şunu, şuraya patates ekeceksin! ayıracaksın bırakacaksın, adam kendisi yapacak… Bugün Türkiye’de İstanbul’da oturup da Anadolu’daki tarlası için teşvik alan binlerce insan var…

Ben söyleyince kızıyorlar “ niye bu kadar yükleniyorsun köylüye?” diye ama gördüğümüz o! Hakikaten çalışan köylü var bir de devlete dayanan köylü var… Oy avcılığı yapılmış ve insanlar buna alıştırılmış…

Gidin Bafra’ya, adama diyorsunuz ki; tütünü yarım metreyle arayla dikeceksin, kaliteli tütün böyle olur… Bizimkiler on santim arayla dikiyorlar ve almıyor kimse. Bir zamanlar hatırlıyor musunuz tonlarca tütün yakılıyordu. Şimdi yakılıyor mu? Yakılmıyor… Avrupa birliği dedi ki; almıyoruz o yüzden yapamazsınız, kota getirdiler, sıkı denetim getirdiler şimdi gidin bakın herkes yarım metre arayla dikmiş… Yasaları iyi koyarsanız halk uyguluyor…

İstanbul’da helikopterden çekim yapın tel örgü olmayan askeri bölgelere bir adım bile atmamış…

Serbaz: Ama belediyenin, devletin olduğu yerlerde tonla binalar var…

Güven İslamoğlu: Yeterli kuralı koymazsan, müsamaha gösterirsen önünü alamazsın alır gider başını. Sonra patates eker… Size lazım iki kilo, o eker 10 kilo der ki; o sekiz kilonun parasını bana ver. Sonuçta bu hale geldik.

Nevşehir’e gittik, oradaki insanlarla konuştuk; Nevşehir bölgesinde köylünün 1,8 trilyon elektrik borcu var… Kaçak kuyu açılmış binlerce, hepsine elektrik çekilmiş hiç elektrik ödenmiyor ama… Patatesi ekmiş, doldurmuş gübreyi üstüne de suyu başmış, toprak da kanser oluşmuş şimdi patates de çıkmıyor. Nevşehir’de bazı bölgelerin yirmi yıl patates ekmesi yasak, sebebi bu; toprağı öldürdüler…

Elektrik borcun var! Toprağı öldürdün! Devletten teşvik aldın! Toprağın öldü diye kredilerin ertelendi! … Adama diyorsun ki; karnı bahar dik başka bir şey dik, o diyor çok su ister uğraşamam ben onunla… Patates çok kolay at tohumu yat aşağı üç ay sonra kaldır patatesi. Çok tatlı para getiriyor patates.

Serbaz: Siz Anadolu’yu gezerken başka şeyler görüyorsunuz ve dillendiriyorsunuz… Oralara gidip “ abla, teyze, bacı “ yapmıyorsunuz… Bir sorun olduğunun altını çiziyorsunuz.

Güven İslamoğlu: Gerçekten böyle bir Anadolu var ve Anadolu’yu düzeltmezsek hakikaten yatırım yapmazsak topyekûn çökeceğiz. O insanlara imkân sunulmalı, o imkânın peşinden koşulmalı, o insanlar çalışmalı, malları pazarlanmalı…

Serbaz: Yoksa sadece ekonomik olarak değil kültürel anlamda da çökecek Anadolu…

Güven İslamoğlu: Geçenlerde bir röportaj için geldiler bu diziler hakkında ne düşündüğümü sordular, Valla dedim bir gün bu dizi oyuncularından birini vurabilirler çünkü sonuçta biri hoşlanmayıp hıncını yönetmenden, oyuncudan çıkarabilir dememe kalmadı iki hafta sonra bir dizi setini bastılar…

Çünkü Anadolu öyle bakmıyor. Orda oturup bozkırda bir ağaç bile olmayan bir yerde televizyona bakıyor, her şeyi oradan alıyor ve orda bir zenginlik görüyor… Ağaları lüks arabalarla görüyor ekranda…

Anadolu’ya gidiyoruz bilmem ne köyüne gençlere bir bakıyoruz; siyah takım elbiseli, saçları jöleli. Yavaş-yavaş orda da bir kültürel yozlaşma var.
Geçenlerde köprüde bir röportaj yaptım; Nerden geldin dedim “Tokattan”. Ne kadar para alıyorsun dedim “ beş yüz kırk milyon” dedi. Adam köprü telinde çalışıyor, çok riskli bir iş… Tokatta ne iş yapıyorsun dedim “ babam çiftçi otuz-kırk dönüm arazimiz var” dedi. Otuz-kırk dönüm araziden buğday alsan burada kazandığının on katı para alırsın dedim. Ama orda hayat yok dedi… E burada var mı?!

Serbaz: Programlarınızda kendinizi ön plana çıkartmıyorsunuz bu tarafıyla benzer programlardan ayrılıyorsunuz…

Güven İslamoğlu: Eğer konu anlatılamazsa ben ön plana çıkıyorum; Antik şehir derdini anlatamaz onu ben anlatıyorum ama insan kendini anlatabiliyor o durumda devreye girmiyorum, kendi sorularımı bile bir anda keserim.

Serbaz: Malum televizyonların reyting kaygısı var. Peki bir televizyoncu program yaparken ahlaki kaygı gütmeli mi yoksa reyting uğruna bundan feragat edilmesi kabul edilebilir bir şey mi?

Güven İslamoğlu: Ben reytinge yönelik programda yapabilirim, düzgün programda yapabilirim… Bir zamanlar “Prizma” programını yaptık Nurseli İdiz’le , reyting alacağız diye çok havaya soktuk Nurseli hanımı… Gittiğimiz yerlerin birinde kapıya tekme attı. O tekme attığı program bizim en fazla reyting aldığımız programdı ama dava açtılar. Bir adamın evine gidilip kapısından içeri tekmeyle girilir mi? Ama reytingimiz yüzde on ikiydi…
Dawn sendromlu ikizlerin haberini yaptık çok çarpıcı bir örnek… Dawn sendromlu erkek ikiz çocuklar ve bir anne… Şimdi ben o hikâyeyi; yazık o anneye! Hem ikiz hem Dawn sendromlu çocuklar, kocası bırakıp gitmiş kadın evlere temizliğe gidiyor, diye versem. Çocukların peşinde koşarken annenin düştüğü, o ağlamaklı görüntülerinin arkasına bir de acıklı bir müzik koysam… Alın size reyting!

Ama biz o hikâyeyi öyle bir işledik ki, temizlik işçisi olan annenin “ Allah iyi ki bu çocukları bana vermiş çünkü başkası bakamazdı” diyerek nasıl onurlu bir şekilde o çocuklara baktığını anlattık…

O programdan sonra çocukları deli gibi gören mahalle halkı ilk defa kadının evine gidip çocukları sevmiş… Biz programda öyle bir anlattık ki hem dawn sendromunun ne olduğunu, hem anneyi hem de çocukları anladılar.

Reyting kaygımız yoktu…

Serbaz: Eski TRT’ci olmanız, sorumluluk sahibi olmanız ve bağlı bulunduğunuz kanalın kalitesiyle de alakalı galiba reyting kaygısı duymamanız…

Çünkü bir sürü televizyon kanalı var ve birçok insan gerçekten de iyi şeyler yapmak istediği halde bir nedenle bundan feragat etmek zorunda kalıyorlar…
Patronların gerçektende söylendiği kadar etkisi var mı programlar üzerinde?


Güven İslamoğlu: Patronlar ilgilenmez… Aydın Doğan’ın CNN TÜRK’ le ilgilendiğini çok sanmam… Erol Aksoy’un hikâyesi güzeldi Zaman gazetesinde; “Medyadan neden çıktınız?” diye soruluyor, “ Çıkmak zorunda kaldım, çünkü eşim dostum var oturup sohbet ediyoruz, geliyor diyor ki; ya senin gazeten benim hakkımda şöyle yazmış. Allahallah nasıl olur diyorum ve arkadaşlarımla ilişkilerim bozuluyor diyor…

Medya patronluğu zor hakikatten çünkü takip edemezsiniz, televizyon başında oturamazsınız sürekli, genel yayın yönetmenleri yürütür ve gazeteyse gazeteci görevini yapacak. Sizin hakkınızda yazacaksa, sohbet ediyoruz ama “n’apabilir medya patronu?”

Biz bir potada yaşıyoruz ve bu kaçınılmaz bir sonuç… Bir müddet öyle gidecek insanlar doyacak, doyduktan sonra seyretmemeye başlayacak ve ondan sonra artık yavaş yavaş düzene girecek diye düşünüyorum… Yasaklamayla falan olmaz.



Serbaz ARAM
Kürşat URAL

Öne Çıkan Yayın

My Greatest Passions: Literature, Poetry, and Art

  A lthough I am passionate about literature, art, and poetry, my wife is the biggest passion in  my life. In 1994, after I published the st...